Gazeteleri okuyor, televizyonları izliyor ve radyoları dinliyordu. Üyesi olmadığı hiçbir sosyal medya sitesi de yoktu. Bu hayatta onun için birinci sırada en önemli şey ne aşk ne paraydı. Galatasaray, Beşiktaş yahut Batman Petrol Spor da değildi. Birinci sırada haber alma hakkı geliyordu. Evet, HABER ALMA HAKKI!
Gazeteleri didik didik okuyor, gerekirse bir tarihte fikrini şöyle belirtmiş bir yazarın yakın tarihte değiştirmişse fikrini diye gözüne sokmak için yazılarını kesiyor, saklıyordu. Ana haber bültenlerini ve saat başı ajanslarını asla kaçırmazdı. Bütün gazeteler, gazeteciler ve programcılar arasındaki ideolojik ya da retorik farkı parmaklarının üstündeki kıllar kadar net tarif edebilirdi. Kim özgür kim boyun eğen, kim hakiki muhalif kim muhalifmiş numarası yapar kimlikteki öz ismi kadar bilir, bunu aradığı programlarda, batak attığı kahvede ve özellikle evinde korkusuzca kesin hükümlerle ifade ederdi. Ta ki o radyo yayını faciasına kadar.. Emekliydi. Bütün interaktif tv radyo haber programlarının telefon numaraları defterinde yazılıydı. Her gün yaptığı gibi en sevdiği muhalif programcıyı arayıp, mevcut toplumsal durumlara dair görüşlerini belirtti. Adı İsrafil’di. “Halkımız narin bir çocuktur, evlilik programlarıyla uyutuluyor, efenim.” dedi. “Savaş tüccarları kendi çıkarlarını paragöz, kifayetsiz, aşağılık siyaset kurumu aracılığıyla vatan millet diye yutturmaya çalışıyor.” da dedi. “Ben buna üzülüyorum, inanın her gece uyumadan evvel itinayla ağlıyorum.” deyip stüdyoda dramatik anlar da yaşatıverdi. Coşmuş akıyordu, programcının çeşitli ikazları sinek vızıltısı gibi etrafından geçiyordu. Bir nefeste “Bu orrrospu çocuğu ta” diyecekken beyninden bir tık sesi geldi, bildiğiniz bir tık sesi, cevizin dalından toprağa düşmesi gibi tık sesi. Sustu.
Farketti ki şu an konuşmakta olduğu program her zaman arayıp konuştuğu kimsesizlerin sesi fakat pek kimsenin bilmediği muhalif program değil, tam aksine kopkoyu yapyandaş ana akım bir programdı. Dalgınlıkla karıştırmıştı. Karnına bir kasatura saplandı. Beyninde tık sesleri çoğaldı. Damarları çatlıyor, kanı kafasındaki deliklerden sızıyor gibi hissetti. Programcı ona ismi soyismiyle sesleniyor, savcılığı emniyeti ve hatta küçük harflerle sağduyulu tüm vatandaşları gereğini yerine getirmeleri için uyarıyordu. Her zamanki alışkanlığıyla laf arasında oturduğu semti de söylemiş, “ben İsrafil Üflendi bu yobazlığa dayanamıyorum da” demişti. Vücudu yetmiş iki parçaya ayrılmış, telefon eliyle birlikte düşmüştü.
Bir hafta boyunca evden dışarı çıkmadı. Bir hafta sonunda karısının derin uykuda olduğu bir sabah vakti ağarmış saçlarını yeşile boyayıp, sakalını da bir güzel tıraş ettikten sonra ufak bir bavulla evden dışarı çıkıp Esenler otogarına gitti ve kendi ismiyle on farklı şehire on adet bilet satın alıp şirin bir Ege kasabasına doğru yola çıktı.
Psikolog eski bir arkadaşı vardı, onun yanına vardı. Birkaç ay gizlice terapi gördükten sonra doktoru ona haberleri, gazeteleri, televizyonu ve benzeri her şeyi yasakladı. Ortamın yatıştığına ve İstanbul’da kimsenin artık onu aramadığına kanaat getirdikleri bir gün geri dönmeye karar verdi. İşte o gün bugündür yemyeşil saçlarıyla böylesi şiddet sarmalında maddeten ve manen zinde kalabilmek için her sabah beynini kısa programda yıkadıktan sonra askılıkta kurumaya bıraktı. Bir tek geceleri beynini giyindi, o da rüyalar görebilmek için; çünki biliyordu ki rüyalar önemliydi. Huylu huyundan vazgeçmez ya o düşler bahçesinde asmaya kesmeye devam etti.