BİR OYUN, GECE SEMPOZYUMU; BABALAR, OĞULLAR ve BİR BAŞKALDIRININ ANATOMİSİ ya da GÜÇTEN DÜŞMENİN KAFKAESK ANLATISI.

” (…) içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu oyunu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun!  Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni. ”

 

Hatırlamıyorum, üç dört yaşlarımdaymışım, hep anlatılırdı evde,  beslediğimiz civcivlerden birini ellerimle tutarken boğmuş, bir tanesini de yanmakta olan sobanın kızgın yüzeyi üstüne bırakıvermişim. Cani miydim? Kimsenin dili varmaz söylemeye, bilmiş olalım diye, hayır sadece bir bebektim.

Bebeğin gelişiminde insanlığın-, sırasıyla vahşilikten ilkelliğe, oradan da uygarlığa-, tüm hallerini görmek mümkün. Bebek, çocuk, yetişkin. Büyümenin sıçrama dinamiği. Doğma, büyüme, çürüme. İnsanlaşma. Birinden bir diğerine geçmek yeni bir yasaya uymakla ancak mümkün. Uymak olur da, uyum sağlamak kolay mı? Feragat. Sonraki uğruna öncekini baltalamak. Uyum bir bakıma travmatiktir de. Her adaptasyon bir parça yarayı da beraberinde getirirken, her yaralanış elbette bir iz bırakır. Bedenin izleri gözükür de, zihninkiler deruni. Davranışlarımızda saklıdır bu izler. Sözgelimi hırçınlığımızsa şayet söz konusu olan daha önce ket vurulmuş arzularımızdan ötürüdür hırçınlığımız. Şiddet mi? Aşamadığımız duvarlardan, yasanın boğuculuğundandır o bir bakıma. Bebek dil’e çarpa çarpa çocuk olmayı öğrenir; çocuk dilin rutinini kavrayıp buhrana kapıldığında sıkılgan bir yetişkinliğe adım atar. Başlar böylece sislerin ardındaki bitiş çizgisine varana değin huzursuzluğun kitabı alacakaranlıkta.

Sözü bağlamış olmak için: Dünya kendisini aydınlatan güneşin etrafında dönüyor. Gece Sempozyumu oyunu da bu insan oluşa her daim eşlik eden karanlık buhranın öncesi, ortası ve sonrasında döndürüyor bizi.  Oyun Güven Kıraç’ın oynadığı karakterlerden bir tanesinin kimi yabancı dillerden sözcükleri andıran fakat çoğunluğu anlamsız hırıltılar, mırıldanmalar, bağırtılar çıkarmasıyla başlıyor. Seyirci olarak biz kafkavari bir ortama düşmüş bulunuyoruz: Neredeyiz ve neden buradayız? Anne karnındaki karanlık sulardan düşmüş bebek için de dış dünya tam olarak bu.  Bir’e aitken,  henüz bir yahut ayrı olduğunu dahi bilmezken, iki’deki bir olmak. Düşmek rahimden.

Bebeğin ilk evresi vahşilik dedik, bir nevi hayvan oluş karşımızda serilmekte olan. Sahne bir havuzu, bir ringi, bir beşiği andırıyor. Seyirci de bu bebek-adam-hayvanın iletişim ‘çabası’nı anlamlandırmaya çalışan. Sonra bir kadın çıkageliyor (Derya Alabora); sözcükler düşünüşümüzü ve davranışımızı belirler, uygarlığın inceliğidir bu: Bir kadın, aynı zamanda bir ‘hanımefendi.’ Güven Kıraç’ın karakteri başka bir karakter olan uşağa dönüşüyor onun gelişiyle. O kadın bir anne de. Sonra oğul çıkageliyor. Remi. Anne oğul sohbetlerinden anlaşılıyor ki: Oğul sitemkar, anne talepkâr. Babadan hoşnut değil oğul; yasa koyucuya karşı mahçup, fakat öfkeli. Kanayıp duruyor hafızası: “Yapma oğlum, etme oğlum; keserim bak pipini!” Neden talepkâr peki anne? Öğreniyoruz ki bu oğul birinci oğul, fakat anneyi tatmin etmiyor, oğul istenilen karşısında gönülsüz. Babaya karşı diğer oğlu havuza sürüyor anne. Marcel. İttifak arayışı. Onu da manipüle edemiyor ve böylece üçüncü oğul ringe düşüyor. İşte annenin en sevdiği evlat, evin pek bir sorumluluğu olmayan, çoğu eksiklik yahut hatalarına rağmen daha çok sevilip, kayırılan en küçük oğlu. Bütün dile gelmemiş mümkün hayal kırıklıklarına rağmen tutunulabilen son umut. İçinde önceki evlatlara nazaran henüz yanlışlanmamış vaatler bulunan Şarl.

Sahi nedir bu annelerin erkek evlatlarını savaşçılaştırma çabası? Gece Sempozyumu bize bastırılanın tekrar hem de daha beter haliyle yaşamda vücut buluşunu anlatıyor. Üstelik bunu Oidipus kompleksini alıp, fakat orijinal tragedyasına has kehanete sığınma çekingenliğine kaçmadan, kehanetin tam üstüne  üstüne bilinçli olarak giderek yapıyor.  Yazar  ( Eric de Volder ) öfkeli riyakârlığa ve haykırmış tüm arka bahçeleri. Söylenemeyenler dile geliyor; hayatta anormal sayılan normal kılınıyor. Ve tüm bunlar gerek metnin kuvveti gerek yönetmenin ( Mesut Arslan ) sahneleme biçiminden ötürü başarıyla sergileniyor. Annenin hayatta kalma mücadelesinde güçten düşmüş babaya karşı ( veya babanın yerine ) standartlarını korumak, mümkünse daha da arttırmak, yani gizil iktidarını sağlama almak için oğullarını meydana sürme çabası. Ve bu çaba esnasında yetişkin oğullarda görünürleşmeye başlayan bebeklik ve çocukluk evresinden hatıra hınç. O eski ‘bir’liğe duyulan arkaik özlem. Annenin yeni gözdesi olabilmek ya da olamamak. Bir havuz, yarış; bir beşik, engel; bir ring, dövüş. Savaş; kes, parçala. Yeter ki güçlü kal!

Ortada kuvvetli bir metin var ve her metin okuru kadar ayrı ayrı anlama sahiptir. Durduğum yerden okuduğum bu oyunun başat anlamıysa bende şu oldu:

Kadınlar talepkâr dedik de erkekler çıkardan muaf ve masum mu? Değil elbette, erkeklerin de kah üremek kah güçlü görünmek kah arzu nesnesi olmak gibi türlü türlü amaçları var ve bu uğurda ya galip ya ziyan oldukları bir mücadeleleri. Biyolojik formasyonumuza yahut psikolojik dinamiklerimizin derin tahlillerine girmek bu yazının esas niyeti değil. Ama bununla birlikte kısaca oyunun her iki cinsiyet penceresinden de bakarak, dikeyde bir konumlanmayla kuş bakışı modern çekirdek aile ahvalimizi son derece iyi tahlil ettiğini belirtmeliyim. Mesut Aslan’ın etkili rejisi Herman Hesse’nin aforizmasında olduğu gibi bize “Başka nedenler bahane edilse de hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır”ı ince ince gösteriyor. Kadim bir yarış ve oluş’tur dünyadaki. Herkesin baktığı yöne bakmayan ya sıyrılır ya sıyırır. Güzelce sıyırmış bir yazarın sımsıkı ve ‘çok katmanlı’ oyunuyla karşı karşıyayız. Gece Sempozyumu babaya karşı erkek kardeşler ittifakı hikâyesiyle ( veya bir babanın yani otoritenin yok edilme kâbusu hikayesi de diyebiliriz- bunu en sonda biraz ayrıntılandırdım ) bizi medeni vahşete çağırıyor. Demlenmiş isyan devrimini başarabilecek mi? Başaracaksa bu nasıl olacak: Kanlı mı kansız mı? Soru çok, cevaplar uzun. Ama temel olarak oyun yaşamın ve sosyal ilişkilerin ardında saklı cinsel dinamik ile faydacı iklimi gayet güzel resmetmiş. Günlük hayatımızda dilde sembolik olarak karşılık bulan çoğu şey burada çokluk gerçek anlamıyla yazılmış. Sözgelimi hemen hemen hiçbir ‘anne’ babayı öldürmekten bahsetmez, ama bir evladın babanın işlerinin sorumluluğunu alması istenmesinin tek anlamı sembolik olarak ‘babayı öldürmek’tir. Baba öldü, yaşasın yeni baba! Hasılı kelam halının altındakileri halının üstüne çıkararak ortalığı cevaplaması ‘ilkel bir cesaret’ isteyen sorular dumanına boğmuş… Sevilesi arsız yazar! (Belki de metinden kaynaklıdır, orijinal metni okumadığım için bilemiyorum) – birbirleriyle uyum açısından- oyunculukları zamanla daha da oturacaktır, prömiyerdi, fakat telaşsız usulca açılan ve içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun! Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni.

Not: Hele ilkel kabile ayinlerini andıran içeriğini vermeyeyim bir sahnesi vardı ki muhteşem. Ses, ışık ve beden böylesi güzel birliktelik oluşturamaz! Bütün ekibe teşekkürler.

 

Oyuna Dair Üşengeçlikten Ötürü Yarım Bırakılmış, İşbu Metne Bağlanmamış Diğer Bazı Önemli Notlar:

Not 1: Güven Kıraç üç karakteri oynuyor. Bir: En baştaki hayvani iniltilerin sahibi. İki: Uşak. Üç: Baba. ‘Bir Üç ile gerçek, İki Üç ile sembolik olarak bağlı. Detayla…’

Tercih yazarın mı yoksa yönetmenin midir bilmiyorum fakat muhteşem bir karar olduğu su götürmez. Çün üçünü de aynı kişinin oynaması bizi şuna götürüyor: Baba hem hizmetçi hem avcı hem tahtından edilecek efendi. Bizim gibi kültürlerde ortalama bir erkeğin hayatı boyunca yaşayıp, içinde barındırdığı tüm haller. Efendi bir bakıma köledir de. Halef selefin içini kemiren bir kurttur; nasıl ki yaşam ölümle bir, statüko da sarsılma endişesiyle göbekten bağlı olduğundan bir gün yerinden edilme korkusu o gün yerinden hiç edilmeme arzusuyla efendi’yi kudretinin sınırlarını zorlamaya götürür. Fakat o gün elbette gelecektir. Bunun nasıl olacağını yani kanlı mı yoksa kansız mı bize şartlar gösterecek.

Babaya karşı kardeşler ittifakı. Ya da Babanın kabusu, otorite korkusu. Yerinden sürülme, tahtından edilme. Hakimiyet kaybı. Oyunun ana hikayesi aslında bu. Evet, babanın kabusu. Çünkü oyunun sonunda oğullar birer bebek gibi uyurlarken, Güven Kıraç diriliyor ve anlıyoruz ki ticari işleri sarpa sarmış. Yani çemberi geri geri kat ettiğimizde en başta olan tıpkı Kafka’nın Dönüşüm’ romanında Gregor Samsa’nın kendisini böcek olarak bulması gibi. Hayvansı bir varlık olarak başlıyor karakter. İniltiler, anlamsız sesler… İletişim kuramama. Bu sahne beş on dakika sürüyor nerdeyse.. Buradan bakınca da metne… bu muhteşem bir şey. Evet. İşle bunu yazıya.

 

Not 2: Civciv, bebeklik boğma, soba üstü ile başla.

Hayvanlaşmış olarak başlama. Kafkaesk atmosfer. Neredeyiz? Neden buradayız? Dünya. Bok çukuru!

Not 3: Kadınlar böyle kontrolcü ve güç düşkünü de, erkekler neci ve neden böyle edilgenler? Statü kaygısı ve cinsel düşkünlük. Yahut da sözün kısası her iki cins de bir biyolojik formasyon getirisinden muzdarip işte. Kurcala ya da bırak…

 

Not 4: Makaralar topaçlar kah eğlendiriyor kah gürültüyle imtihan ediyor kah işlevsel bir araca dönüyor kah da tedirgin ediyor. Yaratı ve yıkım arasında ince bir tel. Oyun oynama isteği ve akıp giden zaman. Topaçlar döndükçe dönüyor başımız fikirlerimiz, arzularımız ve de heveslerimizden.

Oturma düzenindeki normal sandalyeler ve sahne ortasındaki oturması zor tabureler üzerine de birkaç kelam… Oyunda ana temalarından birini ‘yerinden edilme, kontrolü veya gücü kaybetme korkusu’ diye sayarsak tabureler anlam kazanıyor.. Sürekli bir kontrol gerektiriyor yani orada oturup oyun seyretmek.. Tabureden düşmemek gerekiyor. İktidarı kaybetmemek lazım. Düşersen gülünç olur, önemsizleşirsin. Bir baba’nın yani bir liderin de temelde karizmayı çizdirmemesi lazım. Çizdirirse biter yahut son başlamıştır demektir.. Hep dik duracaksın yani, sağlam kalacaksın, hayatta da öyle işte o taburelerdeki gibiyiz.. Endişe. Endişe. Endişe. Kıps.

 

Not 5: Oyun usul usul açılıyor. Başta sıkıcı gelebilecek olan, oyun bittiğinde bir bütün içinde ele alınırsa yerinde, doğru ve etkili duruyor.

Not 6: Metindeki tekrarlar çokluk gündelik hayat konuşmalarının yavanlığı, lüzumsuzluğu ve samimiyetsizliği eleştirisi. İçimizde derin bir kayıtsız uyuyor olmasına rağmen bir başkasına nasılsın deriz, o bir başkası olarak da Evren’in en karamsarı içimizde yaşamıyormuş gibi iyiyim deriz.  Günaydın, iyi akşamlar, iyi geveler, Günaydın, iyi akşamlar, iyi geceler. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Bu milyonlarca kere genellikle hiçbir değişime sebebiyet vermeden tekrar eder durur, hiç durmayacakmışçasına dönen topaçlar gibi. Bir zaman gelir birisi halimizi hatrımızı sorsun isteriz, sorulmaz. Bir zaman gelir birisi hatrımızı sorar, tersleriz. Arzu, arzulanan ve arzulayan denklemi. İlki kendimizi, ikincisi karşımızdakini yıkar.

Not 7: Yazar bizi hayvan-bebek hal ile karşılayıp boklar içine sürüyor demiştik. Nurdan Gürbilek’in ‘Benden Önce Bir Başkası’ kitabından alıntıyla Dostoyevski’de böcek olmak isteyen adamlar Kafka’da böcek olarak başlamışlardır. Gece Sempozyumunda hayvanlıklarından, biyolojilerinden kaçan adamlar da bok içinde başlayıp kan içinde bitirmişlerdir. Kanun öncesi dönemden kanunu aşmaya doğru. Bir isyan kendi kanunu yazabilirse devrim olur. Sempozyum devrime yürüyen oğulların da hikayesi bir bakıma. Babaya karşı.

Not 8: Derya Alabora anne karakterinin çocuklarını babaya karşı ‘aile’nin bekası adına sorumluluk almaları için kışkırtması, fakat ortaya çıkan sonuçtansa memnun olmaması güzel bir nokta. ‘tamam öldürdünüz de, kesmek biçmek ne yani’ halleri. İsyan vahşileştirir, hınç patlar, en başta olan en sonda yine olur: hayvanlar alemi. Canilik içte, fırsatını bulursa parlıyor. Ortada yasa yoksa, daha doğrusu oyun üzerinden söylersek yasayı sağlayan yok olursa öyleyse tüm yıkıcı arzular serbest. Ceza yoksa şölen var. Kan ve kemik şöleni.

 

KÜNYE

Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
Kavramsal Çerçeve ve Yöneten: 
Mesut Arslan
Yazan: 
Eric De Volder
Çeviren: Şaban Ol
Topaçlar ve Arena:
 Lawrence Malstaf 
Dramaturji:
 Ata Ünal
Sahne Tasarımı: 
Lawrence Malstaf & Meryem Bayram
Oynayanlar: 
Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül, Pervin Bağdat
Işık Tasarımı: Jan Maertens
Müzikler ve Müzik Tavsiyesi: 
Eric Thielemans
Ses:
 Stijn Demeulenaere
Kostüm: Johanna Trudzinski

Bir Oyun, Yalnızlar Kulübü – B Planı; Biz Tek, O Hepimiz !

”Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.”

okurken çalsın bu şarkısı

Adsız

Çenemiz durmaz; afili laflarımız ile beylik ahkamlarımız asla eksik olmaz. Oysa söylemek istediklerimiz dağ olmuştur da, o dağ içimizin okyanus diplerinde kaybolup gitmiştir çoğu zaman. Kendimizin dahi ne bu deruni maviden ne de ardındaki yükseltiden haberi yoktur artık. Unutmuş, halının altına süpürmüş ve olay mahalinden uzaklaşıp, gitmişizdir. 

İnsan haykırmak isteyendir. Giderilmemiş hesaplar bir gün değil, her gün gelir bizi tırmalar. Ruhumuz içine usta işi rengarenk bir resim işli camdı da evvel, bu cam binbir parçaya ayrılıp, dağılmış uyumsuz bir çöptür şimdi. Parçaları birleştirmek zahmetli, dönüş yolunu bilmemek kederli, bütünlükten mahrum olmaksa acı. Değil mi ki öfkemiz bu yüzden yakıcı, kabarık ve anlaşılmaz. 

Öyle arsızdır ki ‘önce’ye duyulan özlem, sonradan olunan’ın kıymetini hakkı ve yoğunluğuyla yaşamayı değil de, olunmakta olanın muhtemel kaybına duyulan kaygıyı derinleştirir durur. Klişedir: Hayatın ritmi bozulur ve ‘an’ kaçar. Ahh şu ‘yeni’yi fay hattı üzerine kurulu bir binaya dönüştüren ‘eski’den kaynaklı kapanmamış çatlaklar. Mış gibi bağlanmalar, tekinsiz varoluşlar! Sevilmemekten ürker, terk edilmekten ödümüz patlar. Suçluluk hissi mi, o bizi mahveder. Neden böyle olur? Bir cevabımız yoktur ekseriyetle. Cevabımız vardır da, içimizdeki okyanuslar onları baskıladığından bilemez ve konuşamayız. Gözyaşları da işte tam olarak budur, dile gelemeyenler göz pınarlarıyla ifadesini bulur. Biz insan, söyleyemediklerimiziz. 

Sesimizi yükselttiğimiz yerler, sesimizi alçaltıp kuyruğumuzu sıkıştırdığımız yerlerin çokluğundan gelir. Zihnimizde çalkananlar dil, diş ve dudağa ulaşmak için boğazımıza gelir, gelirler ama orada düğümleniverirler. Düğümlenenlerse birike birike bir toparlak zehir olur da, gider kalbimize sıkışır. Kalp bu, ne kadar dayanır? 

B Planı’nın üretkenliğine kurban, kıskandığım yerli ve milli yazarı Sami Berat Marçalı’nın yazıp, yönettiği oyunu Yalnızlar Klubü tam da o kalbin sıkıştığı andan konuşuyor. Oyun bir kişisel gelişim kursunun on haftalık sürecine odaklanarak, eğitimcisi ve katılımcılarının kamuya özel resmî hikayeleri üzerinden kendilerine problem yaratan kamu dışı gayriresmî tarihlerini şeffaflık ve dürüstlük şiarıyla açığa çıkararak (ki bazen bu şiara ters düşülüp çıkarılmayarak ) bize neşe, keder ve yüzleşme imkanı sunuyor. Yaramaz Emel’in evlilikte boğulma hissi, silik Buse’nin seçilen olmama öfkesi, kederli Mehmet’in suçluluk duygusu, cool Nazım’ın hata yapma endişesi, agresif Kerem’in terk edilme ürküsü ve (bilge değil) bilgiç Demet’in (kolektifte saklı ben, ‘yardım etme’de gizli tiranlık) kendi yalnızlığını toplumsallaştırma arzusu. Hangimiz onlardan biri veya birkaçı değiliz ki? Birbirimizde saklıyız biz insanlar her birimiz.

Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.

Oyunun “hayat, ritmini bul!” diyen eğitimcisi Demet mesela vahiy gelmiş bir peygamber gibi dolaşır ve verirken vaazlarını kalesinde, tüm coşkulu tavırlarına rağmen öyle mekanik ve hissiz ki, on hafta – yani dile kolay yetmiş gün boyunca- çabucak geçmiyor-geçemiyor ayetleri hayat yolunda müritleri olmuş biçarelere. Emel yaşadığı yalandan yine kendi yollarıyla kurtuluyor; Kerem kurtulamadığı terk edilmişliğinin hıncını misillemeler ile bastırıyor;  Mehmet sanki canlandırma yoluyla suçundan arınıyor gibi, ama o da gibi, çün akıbeti bilmiyoruz; Buse çekingenliğini atıyor üzerinden lakin bu sefer de kırıcılığa meylediyor, yani balans tutmuyor; Nazım, bir diş ona geçmiyor sanki, programın sahibi Demet’in kıramadığı ceviz, kıramadığı için de belki mercimeği fırına verdiği. Bu da bilgiç vaizin kendi yarası belki de: Duvarı aşmak isteği. Hükmetmek saplantısı: Sözle geçilemeyerek cazibesi artan duvarın ardına hükmetmek. Onca dürüstlük ve şeffaflık söylevine rağmen etik sınırları ihlal ederek, katılımcısıyla gruptan gizli sırlar biriktirmek.. Oldu mu? Olmadı. Ama kim kime yedirirse meydanı burası. Ya tutarsa?

Hadi karamsar değil de, iyimser olalım. Basmakalıp lafları ve beylik ahkamlarıyla geçti ve şifa oldu diyelim vahiyleri. Ama gerçek şu: Tüm söyledikleri kendine telkindi aslında. Şöyle ki: Mürit yaralıdır, aciz ve muhtaç. Vaiz o çaresizi bulur da, vaizin çaresi nerde? Mürit yeter mi, yetmiyor işte. Hepimiz birbirimizin aynasıyız. Ben toplumda, toplum bende saklı. Kendimizi bir yana dünyayı bir yana koyunca unutuyoruz. Bağır bağır yargıladıklarımız yapmaktan sıkıldığımızı yapabilenler; kıskanıp sinsi dediklerimiz esasında arzu ettiklerimize ulaşabilenler. Sitem ettiğimiz  kişi çoğu zaman sevgisini istediğimiz. Hepimiz en azından bir çift kulak bir çift bakış istiyoruz üzerimizde gezinen. Vahiylerin kesilmesi, harbi muhabbetlerin başlaması ümidiyle bindik bir alamete gideyoz kıyamete; kimi kişisel geliştiriyor kimi yaşam koçu kimi nefes verip şifa dağıtıyor, muazzam bir ticarettir akıyor…

Peki biz izleyenler neredeyiz? Önümüzde derdi olan bir metin canlandırılıyor da, oluverenler kıyımızdan geçip gidiyor mu? Yüzleşme denilince işin içine seyirci girmez mi? Metnin de bir biçimde gündeme getirdiği yetersizlik veya değersizlik hisleri, kontrol edemediğimiz öfke, baskı altında tuttuğumuz arzular, söylemekten imtina ettiğimiz hakikatler, kırıcı olmak istemezken suskunlukla incitmeler ya da birini hiç incitmek istemediğimizden şişen kendi karınlarımızla biz tabii ki etkileniyor, empati çemberinde turlar atıveriyoruz. Üstelik bu etkileşim oturma düzeninin ve ( süprizcik olsun) bazı ufak kağıtsal dokunuşların etkisiyle iyice artıyor, yani seyirci yüzleşmenin kıyısında elbette. Her an suya itilme beklentisi (veya endişesiyle). Sözgelimi sadece beğeni dile getirmeme değil de, bu yazıyı yazmama da vesile oluyorsa, oyunun bir kuvveti ve bu kuvvetin de beni tetiklemesiyle ( derinliği, yoğunluğu kişiden kişiye değişir) değerli olduğuna emin olduğum bir yüzleşme söz konusudur. 

Hasılı kelam ısındıkça daha da oturacak iyi oyunculukları, isviçre çakısı dekoru, sade-akıcı anlatımı, müstehzi tespitleri, dokunaklı  mizahı ve sanırım dünyada son iki insan kalana değin daima ‘hem güncel hem retro olacak’ temas ettiği konularıyla Yalnızlar Klubü yalnızca bu sene değil, tüm zamanlar için tatlı ve sıcak bir oyun. İzleyin!

 

– kapak resmi: marianne von werefkin

Bir Oyun, Yuva – B Planı; Anlaşıldığın Yerdir Yuva.

YUVA – B PLANI

                           “(…) Kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına.”

 

Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” geçer Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanında. 

Anlaşılmadığını düşünmek yahut fark etmek üzücüdür, kırıcıdır. Bu bazen çevremizdekilerin anlayışsızlığından bazen de kendi içsel kısıtlamalarımızdan kaynaklanır. Ama kökeni ne olursa olsun kendini hiçbir şekilde anlatamamaksa kahreder. Hayal kırıklığıdır, kimi zaman da isyana değin süren yoğun bir ızdırap. Buradayızdır, varızdır, ama yokuzdur; mış gibi var olmak. 

B Planı’nın Yuva oyunu bu mış gibi varoluşlara odaklanıyor. İki kardeş ülkesindeki savaştan, biri cinsel kimliğinden, biri de müzik tutkusundan ötürü sürgün dört kişi tesadüflerle bir araya geliyor ve biz onların anlatma ve anlaşılma çabalarına tanık olurken, ifade ihtiyacının evrenselliği ve bir o kadar da yaratıcılığa müsaitliği önümüzde salınıp duruyor. Sami Berat Marçalı yaşarken anlaşılmaya mecburlara dokunaklı ve iç içe geçmiş parçalı bir anlatıyla fırsat veriyor ve bu doğrultuda evrensel ihtiyacın yazma edimiyle buluşması sonucu derdini sahneye başarılı bir biçimde taşıyabilmiş. Yazarı anladık. Peki, ya karakterleri ne yapıyor? Birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir mekanda. İşte herkes bu kadar mahir olamıyor iletişim konusunda. Ya hiç konuşmuyorlar ya da sözün pek hükmünün olmadığı vücudunu söz kılan bir primata dönüşüveriyorlar. İşte ilkel yahut uygar: Anlatmak ve anlaşılmak. Ötekine dokunabilmek. Değişmiyor. 

İngilizce bilmeyen iki kardeş Amerika’ya denizden düşüyor. Deniz arzudur, lakin her arzu hayal kırıklığını da beraberinde taşır. Amerika’ya düştüklerinde rasgele bindikleri göçmen taksici ve akabinde yaşadıkları bir kaza sonucu iki kardeş birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Acı. Küçük bir kargaşa sonrasında bakıyoruz ki abla taksiciyle kalmış, otistik erkek kardeşiyse taksinin çarptığı eşcinsel erkekle. Dalgınlığımdan değilse oyunda karakterlerin ismi yok. Bu da yazarın kendini ve meselesini özgür bırakması demek. Çünki isimler kimi zaman sınırlayıcı zararlı birer koddur. Kişinin yaşamsal pratiğinin önüne geçen ön yargılardır. Sözgelimi ben buna pozitif yahut negatif olarak çok maruz kalıyorum. Hüseyin Ali. Direkt bir Alevi uyarıcı. Aleviler kimileri için sevimli kimileri için tehlikeli. Üzerimde soyut bir uyarı levhasıyla dolaşıyorum yani. Oyunda kardeşlerin kopmasına sebep de böyle bir kod. Taksici göçmen ve kaçak olduklarını anladığı bu iki kardeşten “bomba” kelimesini duyduğunda panikle direksiyon ve yol kontrolünü kaybettiğinden kaza meydana geliyor. Yaşamda var olan ama bir türlü toplumsal alanda görünürlüğü arzulanır olmayan ötekilerin de ötekisi eşcinsele çarpıveriyorlar. Manidar. 

Müzik tutkusuyla Amerikaya gelmiş fakat gündüzleri balıkçılık geceleri taksicilik yapmak zorunda kaldığından, müziğe, yani belki de hayattaki tek ifade olanağına küsmüş göçmen bir taksici. Bu küslük bu bastırma yüzünden belki de sürekli öfkeli ve hararetli konuşması. Aktör olmak isteyen fakat ailesinde olduğu gibi sahnede de “yumuşak” bulunduğundan bir türlü kabul görmeyen ve tesadüf eseri “yine” kendisini hem anlamayan hem de yanıtlayamayacak olan fakat “dinleyecek” bir kişiyle başbaşa kalmış eşcinsel birey. Bu yüzden belki de arzularından ötürü özür dilemesi ve kırılgan olması, anlaşılamamanın duvarlarına çarpıp durması. Ülkeleri savaşta bombalandığından ailesinden geriye bir tek dediklerini anlamadığı otistik kardeşi kalan ve onu da kaybetmiş bir abla. Koca evrende yapayalnız köksüz kuru bir dal olmaktan korkması, bu gizden belki telaşı. Yazarın da içindeki dinmek bilmeyen çığlığın ve anlatma iştahının yansıması olduğunu düşündüğüm hiç konuşamayan fakat kendini bazen yazarak yahut çizerek anlatan otistik erkek kardeş. Her yazar dile hakim olduğu kadar dilden mahrumdur da; hakimiyeti mahrumiyetinden, dile getirilmeyen getirilse de dinmeyecek acıların çokluğundan doğar. Ol travmalardan ötürü konuşmadan mahrum otistik kardeş kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına. 

Hasılı kelam hayatın serüvene çağırarak yuvasından ettiklerinin dinmeyen huzurlu bir çatı arayışlarının hikayesi olup, dilin yakınlaştıran olduğu kadar uzaklaştıran ve kutuplaştıran da olduğunu ortaya koyan tüm ayrıntıları ve de etkili performans gösteren oyuncularıyla “Yuva” güzel bir oyun. Nokta. 

Bir Oyun, When in Rome; Roma’dayken Roma’ya Göre Davranmam Ben Ama!

“Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin.“

 

Yıllar önce Talimhane Tiyatrosu’nun “Yazar” isimli nefis bir oyunu vardı. Seyirciler karşılıklı iki blokta oturuyordu ve bu, alışık olduğumuz seyirciyi dikey hiyerarşik bir çizgide altta bırakıp oyuncular açısından üstünlüğe doğru iktidar alanı oluşturan, seyirciyi de edilgen ve gözlemci kılan klasik İtalyan sahnenin aksine seyirciyi oyun boyu tam etkin ve yarı katılımcı kılan bir metin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Olumlu ve değerli bulduğum, verili metnin daha da çoğalmasına sebep olan, duygusal ve düşünsel açıdan daha doğurgan bir sahneleme biçimi. Bu iki bloklu oturma düzeni sayesinde sahnenin her yer olabildiği oyunda oyuncular her an ayrık otu misali seyirciler arasından fırlayabiliyordu.

 

İşte içinde Galataperform’un da olduğu çok ortaklı “When İn Rome” oyunu “Yazar” oyunundan ötürü aynı beklentiyle gidip beklediğimi de aldığım bir oyun oldu. Düşünsel ve duygusal açıdan sağanak yağmur. Tedirgin edici ve eğlence dolu. Bu tip oturma düzeninde seyirci olarak biz çekingensek kah endişeyle oyuncunun bizimle muhattap olmamasını dileyerek, fırlamanın tekiysek de heyecanla sıranın bize gelmesini ve kendimizi gösterme fırsatını en iyi biçimde değerlendirmeyi bekleyerek dolaylı olarak oyuna katılmış oluyorduk. Tam etkin diyorum çünkü oyun boyu hissettiğiniz endişeden ötürü pür dikkat kesiliyordunuz ve yarı katılımcı diyorum çümkü metnin akışını değiştirmeniz söz konusu değil. Oyunda genç bir kadının yeni ev sahipleriyle kurmuş olduğu – meseleyi tıbbileştirebilirsek- ‘sağlıksız’ ilişki ele alınıyor. Endişe, ahlak, riyakarlık, sınırlar ve eğlence üzerine kurulu. Oyuncuların metnin akışında seyirciyi de nesneleştirip konuşmalarına muhattap kılmaları bizleri söz konusu kanaat hakkında tarafımızı belli etmeye götürüyor. Bir nevi çaktırmadan ahlak testi. Neye güldüğümüz, neye üzüldüğümüz bizim kim’liğimize dair emareler. Bu tür oyunları terapiye de benzetebiliriz. Karakterimiz açısından turnusol kağıdı işlevi görüyor. Roma’dayken romalı gibi davranmalı mıyız yoksa Roma’dayken yine kendimiz mi olmalıyız. Kendi rengimizi vermek nelere mal olur?

 

Apartman bir toplum prototipidir. Toplum baskıcıdır. Bir apartmanda Ne kadar kendimiz olabiliriz? İktidarın dürüstlüğe tahammülü yoktur.  Kendi ahlaki kriterlerimizle yaşayabilir miyiz? Böyle yaparsak komşular Ne der? İktidarın yeraltındaki yani tabandaki temsilcisi mahalle, Baskı’sıyla yalan ile ikiyüzlülüğü başat toplumsal değer kılar. Komşular komşularına kendi ahlaki kriterlerini yükleme hakkını nereden alırlar peki? Oyun insanlar arasındaki ilişkilerinin hak görme/maruz kalma açısından esneyip, silikleştiği bir noktadan konuşuyor. Ve kanaatimce bu sağlıksız bir ilişki. Tahakküm, eden ve edilende nelere yol açıyor? Ve biz, seyirci günlük hayatımızda bu ilişkilenme biçiminin neresindeyiz? Seyirci bu oturma düzeniyle dikey bir apartmanda aynı zamanda yatay oyuncu-seyirci ilişkilenmesiyle ev halkından birine dönüşüyor. Hem içinde hem dışında. Metin seyirciyi her an sıranın yani oyuncunun muhattabı olmanın tedirginliğiyle diken üstü tutarak kolaylıkla ‘ayna’ işlevini yerine getiriyor.

Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin. Kimya dersinde öğrendiğimdir: Turnusol asitle temas ettiğinde kırmızı, baz’la temas ettiğinde mavi rengini verir. Karaktersiz bir kağıt, bir ayıraçtır yani. Her devrin uyumlu insanı olabilir bu turnosol. Diyelim ki ortada bir linç var, lince verdiğiniz tepki ne olduğunuzu gösterir. Oyunda ev sahibi, kiracısı genç kadın hakkında orospu derken gülüyorsanız siz bir şeysiniz gülmüyorsanız başka bir şey. Neyse gidin izleyin ve görün. Bu oyun bütün olarak bir oyundan fazlası. Bakalım siz Roma’dayken ne kadar kendiniz olacaksınız.

Unutmayın, bir insanın bir insan hakkında söyledikleri o söz konusu edilen insandan ziyade söyleyene dair düşünceler edinmemizi sağlar. Dolayısıyla neye güldüğünüz de sizin kim olduğunuzu gösterir. İzleyecek olanlar oyunda güldüğünüz yerleri not edin. Orospu dediğiniz kadın belki sizsinizdir de, içinizdeki ev sahibiyle yüzleştiğinizde korkmayın. Hasılı kelam tekrarlayayım şahane bir oyun, düşündüren ve eğlendiren doğurgan bir metin.

Bir Oyun, Şafakta Buluş Benimle: Dikkat! Bu Alanda Yas Var; İlişkiye Kapalı.

                                                                    https://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k

BİR OYUN, ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE: DİKKAT! BU ALANDA YAS VAR, İLİŞKİYE KAPALI.

‘’Sevdiğimiz birini kaybetmemek için ne’ler yaparız?’’

Tiyatro DOT’un sahnelediği  ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE oyunundan çıktığımda kafamda dönen sorulardan biri buydu. Diğer başlıklar ise, kimisi soru hüviyeti taşımayıp, Bir ve Tam Olma Hâli, Ölüm-Ayrılık, Yas, Biz, İlişkiler ve Ben’den Biz’e Geçiş şeklinde düşünceler silsilesiydi. Bir bakıma tiyatro işlevini yerine getirmişti. İyi bir tiyatro oyunundan beklenen de bu değil midir zaten? Bizi kemiren sorularımıza yanıtlar bulmak yahut da yanıtları zihnimizin karanlık sokaklarında saklı, sorması aklımızdan dahi geçmemiş soruları önümüze yığmak… Mum ateşini büyütmek. Tıpkı sağlam bir romandan veya güzel bir şiirden umduğumuz gibi. Lakin önce birkaç kelam edeyim, sonra oyuna geleceğim. Sahi ne yaparız bizim olanı korumak için?

Ben unuturum, siz hatırlayın: Bu soru burada kalsın, asılı.

**

Hepimizin hayatında kendini eksiksiz bulup, mutlu olduğu, aydınlanmanın zirvesinde hissederken, kusursuz ve büyüleyici bir masal evrenindeymiş gibi geçen anları olmuştur. Özünde ölümü aşıp, yaşamı yükselttiğimiz bu anlarda tam ve bir olma hâli söz konusudur. Ressam resim yaparken, yazar yeni bir roman yazmaktayken, piyanist parmaklarında kuşların havalandığını görürken, anne bebeğini kucağına alıp meme verirken veya sevilen sevdiğiyle sarmaş dolaş uyumuş da uyanmaktayken erişilen bir duygu durumundan bahsediyorum… Aşk içinde olmaktan; âşık ile sarhoş olup kendinden geçme; âşık olunan bir çeşmeyse kana kana onun suyundan içme, âşık olan bir su kaynağıysa âşık olunanın dudaklarından kalbine, damarlarına değin coşkuyla onun tüm varlığına akıp karışma hâlinden; her birinin bir diğerinde kendini yok edip, biz olarak yeniden doğmasından. ‘Ben’den ‘Biz’e, birliğe ve tamlığa varmaktan. Şairin dediği gibi ‘’Hala soruyor musun bana, aşk ne demek:
O en “bir” ve “tam” olana yürümek.’’ Kırılgan ‘sen’den kuvvetli ‘siz’e.

Şimdi, şu an, âşık olup, daima kendinize olan aşkını arzuladığınız kişinin kollarında dervişane bir dinginlik ve masalsı bir huzurla pineklemiyor da bu yazıyı okuyorsanız soruyorum, kendinizi en son ne zaman dünyadan soyutlanmış halde bir ve tam hissettiniz? Peki, ol birlik ve tamlık nasıl kaybolur, kayboldu, yiter yahut yitirilir? Düşünelim.

Anne ile bebek-çocuk arasına baba girer; çocuk yapmak isteyen bir eşin önüne diğer eşin kariyer planları girer; iyilik perilerinin yaşadığı kasabaya bir yabancı gelir; sarsılmaz bir rutini olan köye panayır girer yahut da yalnız ve mağrur fakat musmutlu bir ülkeye dış mihraklar, maşalar, hainler üşüşür. Ya da fıstık gibi çalışan bir bilgisayara virüs bulaşır ve sistem alt üst olur. Bir tür yazılımdır, bütün canlılarda mevcuttur: İrade. Direnme. Hayatta kalma. Fakat bu ayırıcı-bozucu, düzen sarsıcı durumların hepsine, sonuç arzuladığımız gibi gerçekleşmeyecek olsa dahi, tepki verebilecek güce sahipken yalnızca bir tanesine hiçbir şekilde karşı koyamayız. Virüse karşı antivirüs programı kullanırız da, onun karşısında zavallıca kaçışan küçük bir böcek, hiçbir sensörlü lambanın görüp de yanmadığı önemsiz bir ayrıntıyızdır. Bize rüzgârda savrulan toz zerresi olduğumuzu hatırlatır. Karşısında boynumuz daima bükük. O ÖLÜM’dür.

Ölüme karşı ne yapabiliriz? O dersi kaçırmışım, öleceğimden haberim yoktu diyip savuşturabilir yahut Starbucks’ta arkamıza yaslanmış bir vaziyette İced Chocolate Macchiato içerken, taziyelerimizi kabul edebiliriz. Dedem Lucretius’tan eski bir deyiştir: ‘’Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok.’’ Kendi ölümümüzü böyle tiye alabiliriz. Peki ya, etimizden bir parça hissedip sevdiğimiz arkadaşımızı şehrin ortasına düşen bir bombayla kaybettiğimizde, ruhum deyip âşık olduğumuz kişiyi amansız kanser elimizden aldığında yahut da uzun yıllar bize arkadaşlık etmiş canımızın içi kedimiz-köpeğimiz bizden önce, biz ölüme uzak yaşamın göbeğindeyken, mitolojik ölüm sandalına binip gözümüzün önünden bu dünyadan giderse ne yaparız?

Her tehlikeye yanıt verilebilir, her düşmana karşı bir plan gelişir, düzenimizi bozan herkese ayar veririlir; çünki kayıptan ötürü yeter miktar öfkemiz vardır ve yeter ki gücümüze inancımız ve sevgimize bağlılığımız olsun. Lakin ölümeyse, bir tek şey dışında, hiçbir şey yapamayız. O ise YAS’tır.

Birlik ve tamlık halinin dağılması, sevilen veya bu sevilen tarafınca sevilenden yoksun kalmak bunlar insanı kedere sürükleyen durumlar. İki sevgili birbirinden ayrılır, taraflardan biri daha çok kırılır daha çok üzülür, fakat daima içinde mümkün değilse de gidenin geri geleceğine dair deruni bir umut taşır; işbu bu umut sözkonusu ayrılık kendisini sarsmışsa da onu ayakta tutar. Fakat ölüm ise hiçbir umuda izin vermeyen kesin ve net bir ayrılıktır. Ölümün korkutucu gerçekliğini biz canlılarda hafifletmek isteyen birçok din sonradan yaşam adı altında reenkarnasyon ve cennet gibi masallar üretir. Bunlar sakinleştirici etkisi olan anti-depresanlardır. Korkuyu dindirir, endişeleri hafifletirler. Peki ya, tanrıya inanmıyorsak?

Tanrıya inanalım, inanmayalım, bütün kültürlerde ölenin ardından kalanlarca yas tutulur ve bu yas ritüelleri yakınlarını kaybetmiş olanların etrafında kolektif bir destekle periyodik olarak yerine getirilir. Kendi içinde bulunduğumuz baskın kültürümüzü düşünürsek sözgelimi birinci gün defin olur, yemekler yenir. Üçüncü gün, yedinci gün, bkz. kırkı çıkmak derken birinci yıl sonunda mezarın üstü mermerlerle, demirle, çiçekle kaplanır. Artık kaybedilenin kaybı kabul edilmiş ve ona yokluğun kıyafeti giydirilmiştir. Hepten unutulmaz, sızı daima kalır. Bir fotografta kalır, bir şarkıda, bir seslenişte. Kalır gidilen bir yerde, sevilen bir yemekte. Anılarda kalır, ki zaten bilinirse ten ölür can ölmez. Sızı hep baki kalır. Tüm bu ritüeller gerçekleşirken feryad ve isyan edebiliriz. Ölümü kabullenmemek hak değil de, tercihtir. Lakin geçmişte tökezlenip, kalınmış bir hayat da yaşanmış sayılmaz. Ölenle ölünmez doğrudur, yalnızca sakat kalınır. Yas bu gerçekliğin süreçte anlamlandırılmasıdır da bir bakıma. Doğa karşısında olgunlaşma sınavıdır. Peki ya, yas tutmayı beceremiyorsak? Bu kabul verme-olgunlaşma sınavında başarılı olmak istemiyorsak?  Yokolanın yokluğunu varlığıyla değiştirmekte inat ediyorsak? Üzerinde toprak parçasıyla kurumuş otlar, solmuş çiçekler var olarak değil de, bizi hala öpüyor, seviyor ve bize sarılıyor olarak görmekte diretiyorsak? Diyelim ki hayat bir tren ve Ölüm de kaybettiğimizin biletinin tek gidiş olduğunu ısrarla vurgulayıp, onu bu trenden atmak isteyen kurallara sıkı sıkıya bağlı bir kondüktör… Hani biz, rıza gösterip yas tutması istenen biz, tek yön gidişleri kabullenemiyor da, biletinin gidiş-dönüş olduğunda ısrar ediyorsak? Yas ritüellerinin periyodik bir düzeni vardır da, duyguların sistematiği yoktur. Acı asla askeri nizamda ilerlemez. İşte DOT’un mis gibi oyunu Şafakta Buluş Benimle’nin iki karakterinden yarısı olan Robyn biz okur-izleyiciye tam da düzenli bir işleyişi olduğu varsayılan o kırılgan yerden “Yas diye çok tuhaf bir yer var, oranın kuralları bambaşka”dan konuşuyor.

sbb15-K.jpg
Robyn’in yas dediği o tuhaf yere varmadan evvel, üstte yazdıklarımızı meseleyi toplamak adına, yani Bir ve Tam olma halini ve Biz’i katıp, İlişkiler’e dair de birkaç kelam ederek oyunun üzerinden görelim.

Oyun tanıtım yazısında ‘Robyn ve Helen korkunç bir tekne kazasının ardından kendilerini ana karadan kopmuş bir kum adasında bulurlar.’’  yazıyor. Baştan söyleyeyim bu bilgi bizi yanıltıyor, hem de güzel bir şekilde yanıltıyor. Oyun iki ana kısımdan oluşuyor diyebiliriz. Nasıl ki Robyn ve Helen’in tekneleri alabora oluyor da kendileri akıntıya kapılarak ıssız bir adaya düşüyorlar,  ( iradeleriyle şehir rutinini kırmak için küçük bir eğlenceden, iradeleri dışında hiç bilmedikleri ıssız adada büyük bir endişeye geçmek ), metin de öyle alabora oluyor. Oyunun güzelliği şurasında: Mesele itinayla, hiç acele etmeden kat kat açılıyor, birkaç sürpriz ve özenle bırakılmış belirsizliklerle bizi büyülüyor. Önce iki arkadaşın adaya düştüğünü görüyor, sonra bu kişilerin sevgili olduğunu öğreniyoruz. Oyun tek perde, ilk parçası dediğim bölüm oyun tanıtım yazısındaki bilginin de etkisiyle olsa gerek duruk geçti benim için. Çünkü bütün söyleneni görmüş olduğum ve mesele kalmadığı hissine kapıldım. Evet, adaya düşmüşlerdi, evet bir kadınla karşılaşmışlardı. Ee, bu oyunun derdi ne? Dot Tiyatro sadece böyle ıssız adaya düşsen yanına alacağın üç şey tadında bir oyun mu sahneliyordu yani? Sanmıyorum, ama napalım, madem öyle peki, adadan çıkacaklar mıydı? derken aslında sabırsız davranmışım. Meselenin adadan çıkmak olmadığı Robyn’in adada yanlarına geldiğini söylediği kadını daha önce gördüğünü söyleyip bunun üzerinde inatla durmasıyla, hikâye değişmeye başlıyor. Meğer izlediğimiz gittikçe büyüyen bir şiir ve yükselmekte olan nefis bir gitar konçertosuymuş.

İki karakterin bir yarısı Robyn demiştik, diğer yarısı da Helen. Biri bulunduğu alana çiçekli şifon elbisesiyle baharı estirir, kedersizliğin ışıltısını saçarken; diğeri siyah pantolon, beyaz tişört ve uzun gri depresyon hırkasıyla neşesizliğin kasvetini yayıyor. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. İyimser ile kötümser. Biri olmaz’ı olur, öbürü olur’u olmaz kılmakta diretiyor. Aydınlık, karanlık.  Biri uzakta bir kara parçası görüp umudu yükseltirken, diğeri ‘orada hiçbir şey yok, kara bulutlar’ onlar diyip çaresizliği baskın kılıyor. Bunun adına da ilişki deniyor.

Ben de başka bir isim vermeyeceğim. Evet, ilişki dediğimiz şey aslında tam da bu uyumsuzlukta saklı. Çatışmalar, ikna etmeler, rıza almalar, onay bulmalar; ilişkiler, ilişkilerimiz. Bizim kadim ve büyük savaşımız. Oyundaki ana kırılma anlarından biri de Robyn’in Helen’e sinirlenip ‘’senden nefret ediyorum’’ demesi ve ardından Helen’in de buna mukabil nefretini dile getirmesi. Böylece geçmişte sünger çektikleri bütün problemleri bir bir ortaya dökmeye başlıyor, yüzleşme anaforunun içine doğru sürükleniyorlar. Şairin dediği gibi ‘’Sesinde ne var biliyor musun/ Söyleyemediğin sözcükler var’’ vakti. Söylenememişlerin söylendiği, söylenmişlerin değiştirildiği, geçmişin eğilip büküldüğü, bükülmüşün geçmiş kılındığı gergin vakitler. Öfke haliyle  – içte- hor görülüp, rahatsız olunmuş, fakat – dilde – hoş görülmüş bütün hâllerin dökümünün yapıldığı vakitler. Şu huyuna kırgın, bu huyuna dargınımlar. Bütün ilişkiler namına soralım: Peki, madem öyle neden bir aradadırlar?

Çünki birbirlerinden nefret ederler fakat bir o kadar da hayrandırlar birbirlerine. Çünki birbirlerinin olmak istedikleri halleridirler: Birinin aşırı kontrolcülüğü diğerinin çocuksu düzensizliğine iyi gelirken, diğerinin çocuksu umutluluğu ve kaygısızlığı diğerinin hep endişe duyan tarafını sağaltır. Kendilerinde olmayanı karşılarındakinden alıp, kendilerinin kılacakları yanılsamasıyla mutlu bir sarhoşluk içindedirler. Negatif ve pozitif birbirini nötralize eder: Denge. Sarmal bir döngüdür bu, ikiliğin çiftleşmesi. Yara merheme, merhem yaraya karışır: İki zıtlık da birbirine dönüşür, birbiri olur, birbirinden geçer: Yok sayıldığını hisseden varlığın onaylanmasıdır bu. Karanlık aydınlığı döller, aydınlık karanlığın tohumunu büyütür. Eksiklik kendinde olmayanı bulduğunda sahip olana o sahip olunandan ötürü farkında olmadan hayranlık duyar. Aynı zamanda o kendisinde eksiklik hissi yaratan şey diğerinde olduğu için de her an nefrete, öfkeye hatta saldırıya dönüşebilecek bir kıskançlığı da barındırır içinde. Trajik bir birlikteliktir bu: siyah beyazın yansıtma, beyaz da siyahın emme gücünü arzular. Birbirlerinin imkânlarına özenirler, işte ben’i bir nebze de olsa pasifize etmeyi bilenler birbirlerine yok etmeden, birbirlerinden çalmadan, siyah ile beyazın muhteşem uyumuna erişebilirler. Fakat alttan alta şu bilgiyi de farkında olmadan derinlerinde taşırlar ikiliğin her iki özne-nesnesi: Kendilerinde olmayanı olandan almak için eksiklik-yetersizliğin verdiği zehirlenme motivasyonuyla birbirlerini parçalayıp, birbirlerini öldürebilirler de. İlişkiyi oluşturan nedenler yıkacak olanlardır da. Ama bunu ‘ aksi bir durum’ söz konusu olmadıkça yapmazlar. Aksi durum derken taraflardan birinin ötekine duyduğu arzunun sönümlenmesi yahut herhangi bir konuda ortaya konulan fikre zıt-ölümcül karşıtlıklar getirilmesi. Sözgelimi basit bir çaya şeker atmam/atarım, yemeğe tuz koyarım/koymam durumları bile ateşleyici olabilir.

Arzu sönümlenmesi demişken mesela âşıklar birbirileriyle ezelden beridir olduklarını hissine kapılırlar. Ezelden gelmişlerdir ve ebediyete değin sürecekmiş sanırlar. Dünyadan soyutlanmışlardır, çünkü farklıdırlar. İşte böylesi halde karşı tarafın arzusunu kaybetmek demek, ölümle eşdeğer, yani ayrıcalıklı konumun yitirilme olasılığı mevcut tüm rolleri tersine çevirmeye yeter de artar bile; aşk-antlaşma taraflarından biri vazgeçmiş, kriz patlamış düzen bozulmuştur. Dolayısıyla terk edilenin belleğinin karanlık ve tozlu bölümlerinde asılı duran silahlar patlamayacaktır. Çünkü öncelikle o eski ayrıcalıklı konuma yükselmek, kaybettiğini tekrar kazanmak isteyecektir. Başaramazsa tüm söylemediklerini kusarcasına itiraf edecek, kendisinden çalınmış tam’lığın ve bir’liğin yokluğuyla eksik-yetersizlik hissiyle onu yok etmek isteyecektir. Hasılı kelam, hayran olunan katili olunacak olandır da. Nefret edilen aşığı olunacak olan; aşığı olunan düşman görülecek olan bir bakıma.

İlişkinin tarafları sezgisel olarak farkındadırlar ki bu öldürebilme gücü ve bunun yanında kaybedecek olmanın kaygısı ses çıkarmadan otların arasından süzülen birer çıngıraklı yılan gibi ilişkiye eşlik eder. Çünki şöyle de böyle de mutlu giden bir ilişki güzel bir aynadır ve hiç kimse kendisini güzel gösteren aynayı kırmak istemez. Pamuk prenses masalında Cadı ile aynanın konuşmasını hatırlayın: Ayna cadıya güzelsiniz dediği sürece her şey yolundadır, ta ki senden güzeli var, Pamuk Prenses diyinceye kadar. Cadı aynayı parçalar. İşte ölüm de böyle bir hakikat yıkıcıdır. Peki, ayrılığın çareleri vardır da, ölüm gibi keskin bir kılıcın tedavisi nedir?

Ayrılıkta öfke nesnesi bulabilir, fakat ölümde ne yapar insan? Yası tutmak değil de, meydan okuma isteğini neyle doyurur? Şafakta Buluş Benimle’nin karakterlerinin yarısı kendine kapanıyor, içine. Öfkesini varlığına yöneltiyor. Evden çıkmıyor, hava geçirmeyen naylon bir yalnızlığa hapsediyor kendini. Rüya mı gerçek mi, adada mı hayalde mi, terapi mi anımsanan mı, uyku mu uyanış mı bilemediğimiz bir oluşta saçlarının arasında güve buluyor. Bunu diğer yarısına gösteriyor. (Tekrarlayalım: Robyn bir yarım, Helen bir yarım.) Teknenin alabora oluşundan sonraki adaya uyanışta fark ediyor, hatırlarsanız oyunu iki bölüm saymıştım, ilk bölümdeki ada gerçekliğinin kırılıp, sorgulandığı anlardan birisi de o güve. Çünki diyor ki ‘’saçlarım ıslak, ama güve kuru.’’ Güve nerede oluşur? Havasız, kapalı ve kirli  ortamlarda…

Oyunun bütünü içinde anlamlı kılınıyor elbette bu kesitler, işte orijinal adı ‘’Meet Me At Dawn’’ olan metnin yazarı Zinnie Harris’in mahareti de burada. Ne güzel açıyor hikâyesini, sonu bilmeden başı anlamsız kalıyor, ortasını görmeden öncesi sönük, başını bilmeden sonu parlak durmuyor; hepsi bir bütün olarak oyunu izledikten sonra şahane hissi uyandırıyor, anlamlı ve ışıltılı duruyor. Oyunda zamansal geçişler mevcut, fakat sık değil seyrek; anımsamalar şimdiden, şimdi geçmişten rol çalıp duruyor; sonra bir şimdide iken başka bir şimdi çıkıveriyor; önce şimdi bildiğimiz şimdi şu an olmakta olan geçmişe dönüşüveriyor. Hangisi düş hangisi kaygı, gerçek miydi yoksa değil miydi ayırt edemiyorsun. Bir yerde adada karşılarına çıkan kadını hatırladığını söyleyen Robyn o kadını evinin önünde de gördüğünü söylüyor mesela. Yazar Harris güzel bir bul karayı al parayı oyuncusu, eli çok hızlı değiştiriyor. Buldum sandığın kayboluyor, tuttum sandığın avuçlarından kayıp gidiyor. Nihayetinde, ‘’güve’’ de ‘’yaşlı çöpçü kadın’’ da o yas denilen tuhaf yer’e ait.

Güveler kapalı, havasız yerde yaşar dedik. Adada Robyn elinde görünce ıslak olmadığını fark ediyor, bu oradaki gerçekliği kırıyor. Güve kıyafetlere, yiyeceklere musallat olur; işleyişi bozar, aynı görevi adada Robyn’in ıslak saçlarında kuru bir biçimde ortaya çıkarak da yapıyor. Yas tutan kaybedişi kabullenmiyor, kendine bir gerçeklik yaratıyor, fakat o gerçeklik kuru bir güveyle deliniyor. Ölümün hakikati sızıyor, ışık karanlığı döllüyor. Kuraldır: Yas tutan kozadan çıkmıyorsa, koza delinir; yaşam dışarı çağırır. Mesela güve gibi bir diğer ‘’sızıntı’’ yaşlı çöpçü kâhin kadın aslında yas tutanın olmaktan korktuğu kişi. Ölenin ardından şimdi’yi öyle kaçırmıştır ki, böyle gidersen böyle olur der gibi geleceği ona yaşlı çöpçü kadın tiplemesiyle el sallamaktadır.

Jean Paul Sartre’nın İş İşten Geçti İsimli bir ince romanı vardır. Ölümden sonra tanışan bir çift, ilişkileri dışındaki dünyevi her türlü meseleyi es geçip aşklarını yaşamaları için yirmi dört saat süreyle tekrar dünyaya gönderilirler. Başaramazlarsa tekrar ölüler bölgesine alınacaklardır. Başarıp başaramadıkları buranın konusu değil, getirmek istediğim Şafakta Buluş Benimle oyununda da bir dilek hakkı üzerinden âşıklar Robyn ve Helen’i bir gün yani yirmi dört saat süreyle bir araya getiren durum. Başta şikâyet eden, mızmızlanan, kaygılı Robyn’ken şimdi Helen’dir. Roller bat! Tekne alabora. Sartre’da olduğu gibi burada da olay o bir günü yaşamaktan ziyade pespembelikten simsiyahlığa kavgaya, gürültüye dönüşür. Esasında -başta değil de sonda kavradığımız için- bu bir yastır ve kaybın yokluğunun ağırlığı altından kalkabilmek yoğun bir yüzleşmeyi beraberinde getirir. Kılıçlar çekilir, hesaplaşırlar. Daha önce biz denilen yuva, bizim denilen bahçe, bizim köpeğimiz benim bahçem, benim köpeğime dönüşür. Yüzleşme faydalı olmuş, Yas’ta aşama kaydedilmektedir. Sartre ölmüş çiftleri tekrar dünyaya gönderip ‘’iş işten geçti, bitmiş bir oyun tekrarlanamaz’’ dedirtirken; Harris ölenlerden – terapi mi rüya mı yoksa başka bir şeyle mi- bir tanesini dünyaya geri getiriyor ve ölenle ölmeyip, sakat kalmış olana iyisiyle kötüsüyle yüzleşme fırsatı vererek ‘’iş işten geçmedi, artık yürüme zamanı’’ dedirtiyor. Ölüme sınav başlatan eylem, doğaya da sınava tutan demiştik: Robyn’in büyüdüğüne, sınavdan geçip, olgunlaştığına tanık oluyoruz. Yas hakikaten tuhaf bir yer: Kaybettiğin sevdiğine daha çok yakınlaşır, onun hatıralarıyla taşarsın, oysa yakınlaştıkça o senden daha da uzaklaşır. Ölümünü kabullenmediğin sürece, ki bunu sevginden yaparsın, onun uzaklığı senin ona olan kızgınlığını da arttırır. Bir nevi ölmüş olarak seni birlik ve tamlıktan mahrum bırakmış, senin olduğunu sandığın şeyi senden çalmıştır. Sözgelimi Robyn Helen’e ölmeseydin, saçlarını motordan çekseydin sen de, der. Hâsılı kelam, bir dargın bir barışık, yas garip, çok garip bir yer.

sbb52-K.jpg

OYUNUN İÇİNDEN

Dekor bir teknenin kesiti, dörtte biri. Bir masa ve sandalye, teknenin dümen bölgesi. Arka fon oluşturan ve metinle birlikte duygulara yön veren değişken renkler. Parlak-ayna zemin teknenin alabora oluşunu simgeliyor. Ters yüz. Hikaye dümendeki kişinin yani Robyn’in monologuyla başlıyor. Önce iki sevgili-arkadaşın gezintiye çıktıkları teknenin alabora olduğunu anlıyoruz. Sonra çiftlerden birinin öldüğünü. Oyunda zamansal kırılmalar da var diyebilir, oyun hepten bir rüya veyahut terapi esnasında olmuş olanların canlandırılması da diyebiliriz. Uzunca bir süre durgun akan bir biçimde iki kişinin teknenin alabora olması sonucu akıntıyla sürüklenerek bir adada mahsur kaldıklarını görüyoruz. Aslında sanıyoruz çünki metin öyle bir alabora oluyor ki o ana kadar olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında bir anımsama, üstelik bir canlandırma olduğu kanısına varıyoruz. Oyuncular metne, metin oyunculara biçilmiş. Kendi aralarında da kontrast sağlıyorlar. Soğuk ve sıcak gibiler. Oyun sonundan doğru bakılınca kıyafet seçimleri de karakterlerini düşününce gayet yerinde. Oyunculuklar ikisi de temiz ve güzel, Helen’i canlandıran Berfu Öngören zaten bildiğim ve beğendiğim bir oyuncuydu, burda da epey kendinden emin, sakin ve iyi. Fakat Robyn’i oynayan Esra Ruşan’ın öyle enfes bir yükselişi var ki mutlaka görmelisiniz. İlkin gözdem Helen iken sonra Robyn oldu. Metin, oyuncu, yönetim; süprizli, kuvvetli ve sade birliktelik. Velhasılı kelam, oyun nefis. Rodrigo’nun gitar konçertosu gibi diyorum, gidin oyunu dinleyin. Hadi öpcük.

Ha, az kaldı unutuyorduk. Bir soru sormuş, asılı bırakmıştık. Kuş bakışı baktığımızda yazar kendisinin olan ifade gücünü başarılı bir şekilde kullanmış, oyuncular oyun oynama arzularını doyasıya yerine getirmiş, yönetmen kendisinin olan alanı gayet iyi çizmiş, sahi diyorum ne yaparız bizim olanı korumak için?

Bazen İnsan – 60

insan

günbatımında

evinin yolunu tutan, orada kalıp uzanarak renkler şölenine kendini maruz bırakan ve o alaca renkler kuşağı müziğinde dans eden olarak

üçe ayrılandır bazen; fakat bu üç durumda da kendini serin düşler nehrine bırakan ve olacak yahut olmayacak birşeyleri arzulayan olarak bulandır da biraz.

Fotografa Giydirilmiş Hikâyedir.

Okul bahçesi. Geçen hafta ihtiyar bir adam bu bankta kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Her gün gelir, öğlenden akşama kadar otururdu; tespihini çeker ve çayını içerdi. Bu iki küçük çocuk da onun torunları. Rahmetli dedelerini eve götürmek istiyorlar. Çümkü bankı dedeleri zannediyorlar.

Bank ise ortada bir yanılsama olduğunu, belediyenin malı olup bu okula tahsis edildiğini ve yıllardır burada durarak kurumsallaştığını bu yüzden gitmek istemediğini söylüyordu. Zaten çocuklar da onu kaldıramıyordu; çünkü zaman hareket etmeyen her şeyi olduğu gibi bankı da daha bir ağırlaştırmıştı.