” (…) içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu oyunu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun! Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni. ”
Hatırlamıyorum, üç dört yaşlarımdaymışım, hep anlatılırdı evde, beslediğimiz civcivlerden birini ellerimle tutarken boğmuş, bir tanesini de yanmakta olan sobanın kızgın yüzeyi üstüne bırakıvermişim. Cani miydim? Kimsenin dili varmaz söylemeye, bilmiş olalım diye, hayır sadece bir bebektim.
Bebeğin gelişiminde insanlığın-, sırasıyla vahşilikten ilkelliğe, oradan da uygarlığa-, tüm hallerini görmek mümkün. Bebek, çocuk, yetişkin. Büyümenin sıçrama dinamiği. Doğma, büyüme, çürüme. İnsanlaşma. Birinden bir diğerine geçmek yeni bir yasaya uymakla ancak mümkün. Uymak olur da, uyum sağlamak kolay mı? Feragat. Sonraki uğruna öncekini baltalamak. Uyum bir bakıma travmatiktir de. Her adaptasyon bir parça yarayı da beraberinde getirirken, her yaralanış elbette bir iz bırakır. Bedenin izleri gözükür de, zihninkiler deruni. Davranışlarımızda saklıdır bu izler. Sözgelimi hırçınlığımızsa şayet söz konusu olan daha önce ket vurulmuş arzularımızdan ötürüdür hırçınlığımız. Şiddet mi? Aşamadığımız duvarlardan, yasanın boğuculuğundandır o bir bakıma. Bebek dil’e çarpa çarpa çocuk olmayı öğrenir; çocuk dilin rutinini kavrayıp buhrana kapıldığında sıkılgan bir yetişkinliğe adım atar. Başlar böylece sislerin ardındaki bitiş çizgisine varana değin huzursuzluğun kitabı alacakaranlıkta.
Sözü bağlamış olmak için: Dünya kendisini aydınlatan güneşin etrafında dönüyor. Gece Sempozyumu oyunu da bu insan oluşa her daim eşlik eden karanlık buhranın öncesi, ortası ve sonrasında döndürüyor bizi. Oyun Güven Kıraç’ın oynadığı karakterlerden bir tanesinin kimi yabancı dillerden sözcükleri andıran fakat çoğunluğu anlamsız hırıltılar, mırıldanmalar, bağırtılar çıkarmasıyla başlıyor. Seyirci olarak biz kafkavari bir ortama düşmüş bulunuyoruz: Neredeyiz ve neden buradayız? Anne karnındaki karanlık sulardan düşmüş bebek için de dış dünya tam olarak bu. Bir’e aitken, henüz bir yahut ayrı olduğunu dahi bilmezken, iki’deki bir olmak. Düşmek rahimden.
Bebeğin ilk evresi vahşilik dedik, bir nevi hayvan oluş karşımızda serilmekte olan. Sahne bir havuzu, bir ringi, bir beşiği andırıyor. Seyirci de bu bebek-adam-hayvanın iletişim ‘çabası’nı anlamlandırmaya çalışan. Sonra bir kadın çıkageliyor (Derya Alabora); sözcükler düşünüşümüzü ve davranışımızı belirler, uygarlığın inceliğidir bu: Bir kadın, aynı zamanda bir ‘hanımefendi.’ Güven Kıraç’ın karakteri başka bir karakter olan uşağa dönüşüyor onun gelişiyle. O kadın bir anne de. Sonra oğul çıkageliyor. Remi. Anne oğul sohbetlerinden anlaşılıyor ki: Oğul sitemkar, anne talepkâr. Babadan hoşnut değil oğul; yasa koyucuya karşı mahçup, fakat öfkeli. Kanayıp duruyor hafızası: “Yapma oğlum, etme oğlum; keserim bak pipini!” Neden talepkâr peki anne? Öğreniyoruz ki bu oğul birinci oğul, fakat anneyi tatmin etmiyor, oğul istenilen karşısında gönülsüz. Babaya karşı diğer oğlu havuza sürüyor anne. Marcel. İttifak arayışı. Onu da manipüle edemiyor ve böylece üçüncü oğul ringe düşüyor. İşte annenin en sevdiği evlat, evin pek bir sorumluluğu olmayan, çoğu eksiklik yahut hatalarına rağmen daha çok sevilip, kayırılan en küçük oğlu. Bütün dile gelmemiş mümkün hayal kırıklıklarına rağmen tutunulabilen son umut. İçinde önceki evlatlara nazaran henüz yanlışlanmamış vaatler bulunan Şarl.
Sahi nedir bu annelerin erkek evlatlarını savaşçılaştırma çabası? Gece Sempozyumu bize bastırılanın tekrar hem de daha beter haliyle yaşamda vücut buluşunu anlatıyor. Üstelik bunu Oidipus kompleksini alıp, fakat orijinal tragedyasına has kehanete sığınma çekingenliğine kaçmadan, kehanetin tam üstüne üstüne bilinçli olarak giderek yapıyor. Yazar ( Eric de Volder ) öfkeli riyakârlığa ve haykırmış tüm arka bahçeleri. Söylenemeyenler dile geliyor; hayatta anormal sayılan normal kılınıyor. Ve tüm bunlar gerek metnin kuvveti gerek yönetmenin ( Mesut Arslan ) sahneleme biçiminden ötürü başarıyla sergileniyor. Annenin hayatta kalma mücadelesinde güçten düşmüş babaya karşı ( veya babanın yerine ) standartlarını korumak, mümkünse daha da arttırmak, yani gizil iktidarını sağlama almak için oğullarını meydana sürme çabası. Ve bu çaba esnasında yetişkin oğullarda görünürleşmeye başlayan bebeklik ve çocukluk evresinden hatıra hınç. O eski ‘bir’liğe duyulan arkaik özlem. Annenin yeni gözdesi olabilmek ya da olamamak. Bir havuz, yarış; bir beşik, engel; bir ring, dövüş. Savaş; kes, parçala. Yeter ki güçlü kal!
Ortada kuvvetli bir metin var ve her metin okuru kadar ayrı ayrı anlama sahiptir. Durduğum yerden okuduğum bu oyunun başat anlamıysa bende şu oldu:
Kadınlar talepkâr dedik de erkekler çıkardan muaf ve masum mu? Değil elbette, erkeklerin de kah üremek kah güçlü görünmek kah arzu nesnesi olmak gibi türlü türlü amaçları var ve bu uğurda ya galip ya ziyan oldukları bir mücadeleleri. Biyolojik formasyonumuza yahut psikolojik dinamiklerimizin derin tahlillerine girmek bu yazının esas niyeti değil. Ama bununla birlikte kısaca oyunun her iki cinsiyet penceresinden de bakarak, dikeyde bir konumlanmayla kuş bakışı modern çekirdek aile ahvalimizi son derece iyi tahlil ettiğini belirtmeliyim. Mesut Aslan’ın etkili rejisi Herman Hesse’nin aforizmasında olduğu gibi bize “Başka nedenler bahane edilse de hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır”ı ince ince gösteriyor. Kadim bir yarış ve oluş’tur dünyadaki. Herkesin baktığı yöne bakmayan ya sıyrılır ya sıyırır. Güzelce sıyırmış bir yazarın sımsıkı ve ‘çok katmanlı’ oyunuyla karşı karşıyayız. Gece Sempozyumu babaya karşı erkek kardeşler ittifakı hikâyesiyle ( veya bir babanın yani otoritenin yok edilme kâbusu hikayesi de diyebiliriz- bunu en sonda biraz ayrıntılandırdım ) bizi medeni vahşete çağırıyor. Demlenmiş isyan devrimini başarabilecek mi? Başaracaksa bu nasıl olacak: Kanlı mı kansız mı? Soru çok, cevaplar uzun. Ama temel olarak oyun yaşamın ve sosyal ilişkilerin ardında saklı cinsel dinamik ile faydacı iklimi gayet güzel resmetmiş. Günlük hayatımızda dilde sembolik olarak karşılık bulan çoğu şey burada çokluk gerçek anlamıyla yazılmış. Sözgelimi hemen hemen hiçbir ‘anne’ babayı öldürmekten bahsetmez, ama bir evladın babanın işlerinin sorumluluğunu alması istenmesinin tek anlamı sembolik olarak ‘babayı öldürmek’tir. Baba öldü, yaşasın yeni baba! Hasılı kelam halının altındakileri halının üstüne çıkararak ortalığı cevaplaması ‘ilkel bir cesaret’ isteyen sorular dumanına boğmuş… Sevilesi arsız yazar! (Belki de metinden kaynaklıdır, orijinal metni okumadığım için bilemiyorum) – birbirleriyle uyum açısından- oyunculukları zamanla daha da oturacaktır, prömiyerdi, fakat telaşsız usulca açılan ve içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun! Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni.
Not: Hele ilkel kabile ayinlerini andıran içeriğini vermeyeyim bir sahnesi vardı ki muhteşem. Ses, ışık ve beden böylesi güzel birliktelik oluşturamaz! Bütün ekibe teşekkürler.
Oyuna Dair Üşengeçlikten Ötürü Yarım Bırakılmış, İşbu Metne Bağlanmamış Diğer Bazı Önemli Notlar:
Not 1: Güven Kıraç üç karakteri oynuyor. Bir: En baştaki hayvani iniltilerin sahibi. İki: Uşak. Üç: Baba. ‘Bir Üç ile gerçek, İki Üç ile sembolik olarak bağlı. Detayla…’
Tercih yazarın mı yoksa yönetmenin midir bilmiyorum fakat muhteşem bir karar olduğu su götürmez. Çün üçünü de aynı kişinin oynaması bizi şuna götürüyor: Baba hem hizmetçi hem avcı hem tahtından edilecek efendi. Bizim gibi kültürlerde ortalama bir erkeğin hayatı boyunca yaşayıp, içinde barındırdığı tüm haller. Efendi bir bakıma köledir de. Halef selefin içini kemiren bir kurttur; nasıl ki yaşam ölümle bir, statüko da sarsılma endişesiyle göbekten bağlı olduğundan bir gün yerinden edilme korkusu o gün yerinden hiç edilmeme arzusuyla efendi’yi kudretinin sınırlarını zorlamaya götürür. Fakat o gün elbette gelecektir. Bunun nasıl olacağını yani kanlı mı yoksa kansız mı bize şartlar gösterecek.
Babaya karşı kardeşler ittifakı. Ya da Babanın kabusu, otorite korkusu. Yerinden sürülme, tahtından edilme. Hakimiyet kaybı. Oyunun ana hikayesi aslında bu. Evet, babanın kabusu. Çünkü oyunun sonunda oğullar birer bebek gibi uyurlarken, Güven Kıraç diriliyor ve anlıyoruz ki ticari işleri sarpa sarmış. Yani çemberi geri geri kat ettiğimizde en başta olan tıpkı Kafka’nın Dönüşüm’ romanında Gregor Samsa’nın kendisini böcek olarak bulması gibi. Hayvansı bir varlık olarak başlıyor karakter. İniltiler, anlamsız sesler… İletişim kuramama. Bu sahne beş on dakika sürüyor nerdeyse.. Buradan bakınca da metne… bu muhteşem bir şey. Evet. İşle bunu yazıya.
Not 2: Civciv, bebeklik boğma, soba üstü ile başla.
Hayvanlaşmış olarak başlama. Kafkaesk atmosfer. Neredeyiz? Neden buradayız? Dünya. Bok çukuru!
Not 3: Kadınlar böyle kontrolcü ve güç düşkünü de, erkekler neci ve neden böyle edilgenler? Statü kaygısı ve cinsel düşkünlük. Yahut da sözün kısası her iki cins de bir biyolojik formasyon getirisinden muzdarip işte. Kurcala ya da bırak…
Not 4: Makaralar topaçlar kah eğlendiriyor kah gürültüyle imtihan ediyor kah işlevsel bir araca dönüyor kah da tedirgin ediyor. Yaratı ve yıkım arasında ince bir tel. Oyun oynama isteği ve akıp giden zaman. Topaçlar döndükçe dönüyor başımız fikirlerimiz, arzularımız ve de heveslerimizden.
Oturma düzenindeki normal sandalyeler ve sahne ortasındaki oturması zor tabureler üzerine de birkaç kelam… Oyunda ana temalarından birini ‘yerinden edilme, kontrolü veya gücü kaybetme korkusu’ diye sayarsak tabureler anlam kazanıyor.. Sürekli bir kontrol gerektiriyor yani orada oturup oyun seyretmek.. Tabureden düşmemek gerekiyor. İktidarı kaybetmemek lazım. Düşersen gülünç olur, önemsizleşirsin. Bir baba’nın yani bir liderin de temelde karizmayı çizdirmemesi lazım. Çizdirirse biter yahut son başlamıştır demektir.. Hep dik duracaksın yani, sağlam kalacaksın, hayatta da öyle işte o taburelerdeki gibiyiz.. Endişe. Endişe. Endişe. Kıps.
Not 5: Oyun usul usul açılıyor. Başta sıkıcı gelebilecek olan, oyun bittiğinde bir bütün içinde ele alınırsa yerinde, doğru ve etkili duruyor.
Not 6: Metindeki tekrarlar çokluk gündelik hayat konuşmalarının yavanlığı, lüzumsuzluğu ve samimiyetsizliği eleştirisi. İçimizde derin bir kayıtsız uyuyor olmasına rağmen bir başkasına nasılsın deriz, o bir başkası olarak da Evren’in en karamsarı içimizde yaşamıyormuş gibi iyiyim deriz. Günaydın, iyi akşamlar, iyi geveler, Günaydın, iyi akşamlar, iyi geceler. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Bu milyonlarca kere genellikle hiçbir değişime sebebiyet vermeden tekrar eder durur, hiç durmayacakmışçasına dönen topaçlar gibi. Bir zaman gelir birisi halimizi hatrımızı sorsun isteriz, sorulmaz. Bir zaman gelir birisi hatrımızı sorar, tersleriz. Arzu, arzulanan ve arzulayan denklemi. İlki kendimizi, ikincisi karşımızdakini yıkar.
Not 7: Yazar bizi hayvan-bebek hal ile karşılayıp boklar içine sürüyor demiştik. Nurdan Gürbilek’in ‘Benden Önce Bir Başkası’ kitabından alıntıyla Dostoyevski’de böcek olmak isteyen adamlar Kafka’da böcek olarak başlamışlardır. Gece Sempozyumunda hayvanlıklarından, biyolojilerinden kaçan adamlar da bok içinde başlayıp kan içinde bitirmişlerdir. Kanun öncesi dönemden kanunu aşmaya doğru. Bir isyan kendi kanunu yazabilirse devrim olur. Sempozyum devrime yürüyen oğulların da hikayesi bir bakıma. Babaya karşı.
Not 8: Derya Alabora anne karakterinin çocuklarını babaya karşı ‘aile’nin bekası adına sorumluluk almaları için kışkırtması, fakat ortaya çıkan sonuçtansa memnun olmaması güzel bir nokta. ‘tamam öldürdünüz de, kesmek biçmek ne yani’ halleri. İsyan vahşileştirir, hınç patlar, en başta olan en sonda yine olur: hayvanlar alemi. Canilik içte, fırsatını bulursa parlıyor. Ortada yasa yoksa, daha doğrusu oyun üzerinden söylersek yasayı sağlayan yok olursa öyleyse tüm yıkıcı arzular serbest. Ceza yoksa şölen var. Kan ve kemik şöleni.
KÜNYE
Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090
Kavramsal Çerçeve ve Yöneten: Mesut Arslan
Yazan: Eric De Volder
Çeviren: Şaban Ol
Topaçlar ve Arena: Lawrence Malstaf
Dramaturji: Ata Ünal
Sahne Tasarımı: Lawrence Malstaf & Meryem Bayram
Oynayanlar: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül, Pervin Bağdat
Işık Tasarımı: Jan Maertens
Müzikler ve Müzik Tavsiyesi: Eric Thielemans
Ses: Stijn Demeulenaere
Kostüm: Johanna Trudzinski