Bir Oyun, Ben Cuma; Yüce Bekleyişin Sularında

Yaşadıklarını seçmeyip, olanlara maruz kalmışların; iki sınır arasında ne geriye dönmek ne ileriye adım atmakla malul olup arafta kalmışların; vitrinde özne olma isteğiyle dolu kuytularda sürgün nesnelerin, yıkıcı belirsizliğin, yüce bekleyişin ve şefkatli özlemin hikayesi Ben Cuma. Şimdi ve burada’nın boğucu kasvetinde dayanabilecek gücü ve kendini yarına taşıyacak ümidi nostaljinin merhametli sularında arayan kağıt toplayıcısı Cuma ve onun umut beslenen bir mesih kayba, uzak gelecekte dönmesi arzulanan ‘kahraman’ Cafer ağbiye yaktığı dokunaklı ağıdı. Enformasyon bombardımanı ve silsile dehşetler çağında savaş ardı, her gün göz önünde olan fakat her daim göz önünde olduğundan da aslında bilinmeyen, küresel hunhar fillerin koşusunda şuurla gözardı edilmiş yok-çimenlere, bakılıp da görülmeyenlere dair biraz tatlı biraz acı mikro bir anlatı. Hiç yapılmamış ve asla yapılmayacak olan bir yoklamaya yorgun ve kederli el sallayış…

2C15DB10-EAAA-4095-8AF5-67627DE9FC38
Cuma savaştan kurtulup, Halep’ten Türkiye’ye gelmiş biridir ve kızkardeşiyle Balat’ta barakada yaşamaktadır. Abisi Cafer uluslararası diplomasi koridorlarında her daim sınır kapılarına yığmakla tehdit unsuru olarak kullanıldıkları Avrupa’ya umut yolculuğunda kaybolmuştur. Ölmüş müdür yoksa yaşamakta mıdır, bir haber yoktur. Hayrandır Cafer abisine Cuma, kusursuzluğun ve kahramanın vücut bulmuş halidir onun için o. Oysa açık denizlerde rüya botları patır patır batmakta ve çoğu cansız beden kıyıya dahi vurmamaktadır. Öldüğünü kabul etmek istemez Cuma abisinin, kırgın ve kızgındır; kaybı reddedip yasta çırpınan herkes gibi o da bir yerlerde yaşadığını düşünür onun. Çaresizlik ve ümitsizlik girdabındayken bir arkadaşı video çekip internete koymasını söyler. Böylece dijital mesafesizilik, yaşıyorsa eğer somut fiziksel yakınlığı mümkün kılabilecektir. İşte bizim izlediğimiz, Amerikan filmlerine ve oyuncularına bayılan Cuma’nın “seyirlik acı”sıdır.

Perdeye yansıyan şahane video ve etkili iki müziğin önünde-ardında yer alan Adnan Devran şive tutarlılığı ve kamera karşısında duyulan tedirginliği Cuma’nın poz kesmeye hevesli ‘oyunculuğu’yla birleştirip sahneye aksetmesiyle ironik olacak ama iyi-başarılı bir oyunculuk çıkarmış biz seyirciye, tüm olanların seyircisine…

BİR OYUN, YUTMAK – CRAFT TİYATRO; KENDİ YANAĞINI ÖPEMEME BİLGİSİ

”Yutmak,  zihni kemiren kâbuslara karşı ruhu ferahlatan düşler uğruna derin bir yalnızlığa mahkûm olanların,  cenin pozisyonunda yatağında dişlerini gıcırdatarak huysuz huysuz uyuyanların hikâyesi;  fakat bu,  karanlık boğucu bir çıkmazsa, bu çıkmazı kırabilmenin de anlatısı, anlatısıydı.”

 

ANNA. Ece Dizdar. Kaplumbağalar tehlike algıladıklarında kabuklarına saklanırlar. O da eve kapanıyor. Çatışmadan, yarıştan, dünya hâllerinden uzak duruyor. Korkuları var, gerçeğe tahammülü yok. Olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyin dünyadaki müsebbibi o. Faili, mağduru ve seyircisi. Öyle hissediyor. Auschwitz ölüm kampında olanlardan o sorumlu, ikiz kuleleri o patlattı, kuşların kanadını o kırdı, doğmamış çocukları o öldürdü yahut da cansız umutları kıyılara o vurdu; savaşlar ve felaketler, çığlıklar ve gözyaşları hepsi onun yüzünden. Kendine mahkûm; hezeyanlar ve kurmacalar içinde. Uyumsuz biri, ‘hafif’ meczup. Zırhı var dört duvar, ama kalbi yumuşak. Her şeye yetişmek isterken her şeyden geri kalmış bir ürkek. Güvenli, sevgi dolu bir ilişki kuramadığı için tedirgin dünyaya doğru. Sıkışmış, kalmış. Hem tatlı hem acı. Sevecen, ama kırılgan. İncinmiş, üzülmüş; bir saklambaçtır oynuyor işte. Öfkesi yüksek, hıncını eşyalardan çıkartıyor.

REBECCA. Başak Daşman. Akrep soğukkanlı canlı olduğundan, vücut sıcaklığını çevre sıcaklığı belirler. Bizim ateş çemberinde gururundan intihar etti diye bildiğimiz akrep yükselmiş sıcaklıktan ötürü kramplar geçirmektedir yalnızca. Sıcaklık eski halini almazsa ölecektir tabii. Rebecca da soğukkanlı; kendi sıcaklığını dışsal etkenlere bağlıyor. Sevilme takıntısı ve yalnızlığıyla baş edememesinden ötürü hep bir ilişki peşinde. Var mıdır bilinmez ya, ‘doğru kişi’yi bulamıyor bir türlü. Yarasına koşuyor daima. Kim bilir belki de kramplar geçirmekten haz alıyordur, ama görünen bir gerçek varsa o da şu ki: Gözünü açıyor ve ateş çemberinin ortasında buluveriyor kendini. Çok mu şey istiyor? Sevilmek istiyor sadece. Masum mu? Değil. Handiyse kaburgasından yaratıldığını kabul edecek çün erkeğin. Yetmiyor kendine, kavramıyor çünkü bir türlü yetebilmeyi. O yüzden en başta gözleri aşka gülen bir çift göz günün sonunda hüsranı oluveriyor kendinin. Başka bir kişiyle değişen sıcaklığından oluşan kramplarını başka bir kişinin sıcaklığıyla iyileştirmeye çalışıyor, ama yarası tam da sevgiden olduğu için sevgi nesnesinden alıyor yarayı yine. Terk etmişti sevgilisi, ‘Sam’antha da hayal kırıklığına uğratıyor onu. Kandırılmak her kaburganın kaderi. Kızgın kendine, ama hep bir geç kalmışlık.

‘SAM’ANTHA. Merve Dizdar. Kuyruğu, kanatları, gözleri, bakışları ve boynuyla doğada olağanüstü bir güzelliktedir tavus kuşunun erkekleri. Öyle ki bu güzellik bakana ne gerçek ne kendiliğindenmiş gibi geldiğinden onların göksel müdahaleyle bir tasarım harikası olduklarını düşündürtür. Dişisine kur yapan tavus kuşu erkeği kuyruklarını yükseltir, açar ve içine dağılmış gözü andıran beneklerle titreştirirken vücudunu göz alıcı görsel bir şölen sunar. Masalsı ve büyüleyici bir andır. Eğer beneklerde yahut tüylerde küçücük bir eksik dahi varsa tavus kuşunun dişisinin muazzam estetik detaycılığından ötürü erkekten etkilenmesi mümkün değildir. Doğanın bir ironisi: Bu güzellik abidesi kuşlar biçimsiz ve çirkin bacakların üstüne kuruludur ama. Kimi kadim anlatılarda tavus kuşu erkekleri tüylerinden gelen zarafetle kibri, altındaki bacaklarının bu uyumsuzluğuyla da tevazuu simgeler. Ondan ötürü başları eğik ve bakışları mahzundur onların, tıpkı Sam’antha gibi. Bir kadından hoşlanmaktadır tavus kuşu Sam’antha. Kimden olacak? Akrep Rebecca’dan. Arzuladığına yaklaşmak ister, fakat eksiktir kendine göre. Denklem bellidir: Arzuladığının arzuladığı olabilmek için biçare düşünür. Göz alıcı benekleri yoktur ya, bir penisi olsun ister mesela Samantha. Bu yüzden işe adından ‘antha’yı atarak başlar. Sam’dir artık o. Her görülmek ve buradayım demek isteyen gibi heyecanlıdır. İçi içine sığmaz; konuşma, jest ve mimik provaları yapar saatlerce aynanın karşısında; maskülen bir imaj çizer kendine. Ne olduğunu bilmiyor Sam’antha, kim olduğundan emin değil; mevcut kendinden memnun olmadığı için yalana başvuruyor işte. Esasında bir erkeklik alegorisi. Erkekliğin fiziksel bir durumdan ziyade bir jestler ve mimikler toplamı olan parodi olduğunu da gösteriyor. Ayna karşısında kesilen hayta pozlar; sigaranın tutuluşu, çekilen omuzlar yahut kabaran fermuarlar.

IMG_4653

Rebecca öfkesini kendine, Anna çevresini kuşatan eşyalara yöneltiyor; Sam ise zihninde dövüşüyor, daha umutlu ama yalanın bir bedeli var. Erkek görüneyim derken erkeklerin acımasız diliyle karşılaşıyor. Hem sözel hem fiziksel şiddete maruz kalıyor. Onu yüzleşmeye götüren kırılmalarından biri de orası. Acı ama gerçek: Kim olduğunu unutursan, kim olduğunu hatırlatırlar! Uzunca bir süre yalanı yaşamak gerçeğe götürebilir. Adlarımız cinsiyet, inanç yahut etnik kökenlerimizden gayrı kişiliğimize/karakterimize hâsılı kim olduğumuza dair ipuçları verebilir bazen. İsim seçimleriyle mühürlüyor karakterin yazgısını ve hatırlatıyor da bize yazar Stef Smith:

  1. ‘’Üzgün, zarif, tatlı ve acı./ İyilik, zarafet./ Güzel, zarif.’’ gibi anlamlara geliyor Anna ismi. Kabuğuna saklanmış kaplumbağa değil mi işte bu? Kırıldın, üzüldün, acıdın; ama piştin, büyüdün olgunlaştın, çık artık dışarı da yayılsın dünyaya güzelliğin ve iyiliğin. Biz buradayız, Anna, güvendesin; tut ellerinden kendinin ve bal eyle bize acını, ey güzel insan, ey zarif kadın.

 

  1. İbrahim, ‘’… Oğlum İshak’a kız almak için benim ülkeme, akrabalarımın yanına gideceksin.” diyince, uşağı “Ya kız benimle bu ülkeye gelmek istemezse?” diye sorar, “O zaman oğlunu geldiğin ülkeye götüreyim mi?” İbrahim, “Sakın oğlumu oraya götürme! ‘Bu toprakları senin soyuna vereceğim’ diyerek ant içen Göklerin Tanrısı RAB senin önünden meleğini gönderecek. Böylece oradan oğluma bir kız alabileceksin.’’ İşte Rebecca yazgıya boyun eğmiş o ‘kız’dır. Yaratılış 24’te geçen bu diyalogun-hikâyenin devamında hemen kabul eder teklifi Rebeka. İshak’a da, buyruklara da hazırdır ve razı. Göklerden gelen karar vardır çünkü, sorgu değil. İşte soğukkanlı akrep değil mi bu? Hemen uyum sağladı ve ısındı. At kafandan şu masalı artık Rebecca; oturmayacak hayalindeki tahtlara hiçbir prens, giymeyecek o şaşaalı kostümleri hiçbir erkek. Sen aşmadıkça içinden o edilgen kadını, değil sadece erkekler, kadınlar da hayal kırıklığına uğratacak seni. Bir tesadüf değil Sam yahut Sam’antha; bir okul sana o. Aynadır bize her ilişki ve kuraldır: Eksik eksiği bulur, yaralıyı kanatır her yaralı. Korkunu bil. Başkası sever; lakin önce sen seni sev.

 

  1. İzini sürdüğümüzde Nuh’un erkek evlatlarından birine de gidebiliriz, Antik Çağ’da bir çiçeğe de. Biz şurada buluşalım ama: Tanrının adı, Tanrı tarafından söylendi, Tanrı buyurdu yahut Tanrı duydu gibi anlamları karşılayan ‘Samuel’de. Sam kısaltılması, Samantha kısaltılıp ucuna eski yunan’da çiçeği karşılayan anthos’un getirilmesi sonucu Samuel’in. Bir çiçek. Hem erkek var içinde hem dişi: Sam’antha. İlginçtir, Sam ismi ‘surface to air missile’i de karşılıyor. ‘’Karadan havaya füze’’ anlamına geliyormuş. Samantha pantolunun içine kabarsın diye fermuarın altına çorap koyuyor ya hani… Peki, hem erili hem dişili barındırıyor ya Sam’antha, bir tür ikilik. Ayakları çirkin tüyleri güzel tavus kuşu değil mi işte bu? Yoksa ikilik değil de dilemma mı demeli? Arzu dolu Samantha, yakarıyor tanrıya yakarır gibi kendi kendine: Tanrı- yahut konuştuğu her kimse duyuyor onu, belki erken belki geç, belki doğru belki yanlış; ama duyuyor. Spike Jonze’un güzel ‘’Her’’ filminde ana karakter, bilgisayar uygulamasına, yani bir yapay zekâya âşık olur. Bu yapay zekânın ismi nedir? Samantha’dır. Bir oyunla bir filmi bir araya getirense maddedir, bedendir burada, bu yazıda. Spike Jonze’un Samantha’sının bedeni yoktur, Stef Smith’inkininse bedeni vardır, ama beğenmiyordur. Her ikisi de mevcuttan muzdariptir ve başkayı istemektedir. Fiziki engelleri aşmak niyetindedirler, ama başarmak mümkün müdür? Jonze’da zaten vurgulanmak istenenlerden biri arzu’daki imkânsızlık dinamiğidir, bu yüzden onun Samantha’sının fiziksel bir gerçekliğe kavuşmayıp, sistemde yok olması olağandır. Peki, Stef’inki ne yapacak, Stef ne söylüyor Samantha’sına? O, dönüşümünü fiziksel bir yok oluş yahut başka’ya doğru dönüşümle değil de, ona bu kendi kendini yaralayıcı bakışı sağlayan duygulara, öz kaynaklara inebilerek halledebilecektir. Çeperini kurcalama, dışında değil, içinde ara güzelim ca’nım Samantha ve derinlerine yüz! Dibi gör, karanlığın öp ve yüksel. Tanrı değil, Sam; sen duy kendini!

***

Oyunu izlediğim seferlerde değil de, oyun üzerinden yazmaya başlarken isimler ve karakterler ve yazar arasındaki bağıntılar üstüne düşünmeye başladım. Başka bir oyununu ne izledim ne okudum, tanımıyorum; yazar Stef Smith kasıtlı-farkında olarak mı bu isimleri seçmiş yoksa derinden gelen sezgisel bir biçimde mi, bilemiyorum. Her halükarda güzel. Accept the mystery! Söz gelimi Anna karakteri Stef’in yazma-yaratma deneyiminin karşılığı olup iç okyanuslarının meselesiyse, Sam/antha bir o kadar Stef’in ona dayatılan estetiğe güzelliğe ve kültüre karşı dış dünyayla kavgası. Rebecca gibi dışarıdan izlediği, idealize bir tip değil; aksine tam kendi içinden çıkmış ona dair yani. Anna ve Samantha bir yanda Rebecca bir yanda. Yutmak. Bir özne Stef ve üç monologu.

 

b91be193-f7c5-4f79-96c9-19f7af5fb13b

Gerilerde bir yerde yalanı yaşamak derken kastettiğim şuydu: Rebecca’nın da Samantha’nın da ötekinin gözünde makul ve arzulanır olmak için uydurdukları yalanlar var. Ama onlardan Anna’yı ayıran daha başka bir yalan. ( Zaten bu sefer de diğer iki karakterden bilhassa Anna’yı bir yazarın-yaratıcının prototipi olması sebebiyle de ayırmak istiyorum. ) O bir yalanı yaşıyor. Hep bir tehlike olarak algıladığı dünyadan koptuğu, yani ötekilerle yaşadığı çatışmalardan kaçıp sığındığı evde yine kendi ötekisini ‘yaratıyor.’ Baskın bir gerçekliğin yerine başka bir gerçeklik. Dış dünyada edilgin Anna, burada etken. Kontrolü altında her şey. Dodo kuşu var diyorsa, orada Dodo kuşu görüyoruz. Mesela yaralı bir pelikan var diyor ve biz yaralı pelikanı izliyoruz. Bu pelikan oyunun fikrine kuvvet veren önemli bir metafor. Tehlikeli dış dünya kavrayışımız genelde anne kökenlidir. Sözgelimi pelikana yemek yemesini söyleyen Anna, ‘yemezsen ölürsün’ diyor. Öyle tehditle korkuyla yedirmeye çalışıyor yemeği. Ötekisi olarak kurguladığı pelikanla kurduğu ilişki tam da kendi annesiyle kurduğu bebeklik-çocukluk simülasyonu. Pelikan, yavru Anna’dır. İnsanın ilk ötekisi annesi, diğeri önce baba sonra toplumdur. Derler ki anneyle kurduğumuz ilişki biçimini yetişkinlikte toplumla kurmaya çalışıyoruz. Bocalamalarımız da kederlenmelerimiz de ondan. Anna otobüsü kaçırdığında hayata küstüm demesi bu yüzden önemli. Kendi iradesi dışında olan milyarlarca iradeye olan bağımlılığı onu hüsrana uğratıyor. Hüsranın sebebi belli: Annesi öyle kuşatmış ki Anna bebeği, soluksuz ve hesapsız bırakmış; her şeyine karışmış her şeyine koşmuş. Ama bu hüsran değerli; acı elbet meyvesini verecek. Hayat yorgunluğu, ötekine olan bağımlılık, hayal kırıklığı, vazgeçme, ıstırap derken kendini eve hapsediyor. Kabuğunda kâh kızgın kâh telaşlı kâh neşeli. Hırpani kılığı ve savruk düşünceleriyle hem ürkütüyor hem sevimli. Birinin deli dediği işte, birine veli. Ama bu kendi halinde akan kabuk, onu uzun zaman sonra ilk tıklatan Rebecca ile çatırdıyor/bozuluyor. ( Burada da Anna için yaratıcı/yazar prototipi dememizi doğrulayan tatlı sembolik bir durum var: Kapıdaki mektup aralığından konuşur, iletişim kurarlar birbirleriyle. Okur korkmuştur ve bir sığınak ister, yazara varır; kederi ve korkularından sımsıkı duvarları vardır yazarınsa, al(a)maz içeri. Mektup yazılı kültür öğesidir ve kalemle kâğıt nasıl buluşuyorsa yazarla okur-dinleyicisi de öyle yazarın açığa vurduğu kadarıyla buluşur.) Başta sevgi kaynağı sandığı erkek ona şiddet uygulayacak bir noktaya geldiğinde ürküyor ve kaçıyor bir üst kata İbrahim’in kitabından çıkmış Rebecca. Kaplumbağa Anna’nın kapısının önüne geliyor ve mektup deliğinden arkadaşlıkları başlıyor. Bu da bizim ötekine olan muhtaçlığımız açısından güzel ironik bir sahne. Rebecca kabuğunda yalnız kalamadığı için başına gelen tuhaflıkların birinden kaçarken kabuğundan hiç çıkmayan Anna’ya çarpıyor. Anna tekrar sevgiyi, öpüşmeyi, gözleri, başkasının ve kendi sesini duyuyor, yani her ev her kabuk aynı zamanda bir tabutsa önce Rebecca sonra Sam sayesinde yaşamla karşılaşıyor. Öyle ki dışarıdan bakana deli denecek yarattığı kendi gerçekliğindeki “sahte” pelikan yaraları iyileşiyor ve evin kapalı pencerelerinden çıkarak uçup gidiyor. Umuttur pelikan ve acıyı yutmaktır hayat. Şair Edip Cansever’in özneyi pasifleştiren “biz değil yaşayan acılardır” mısrasını dönüştürerek söylersek “Biziz yaşayan; acılar da suyumuz, gıdamız, öğretmenimizdir.” diyebiliriz. Önemlidir: Anna elini camla kestiğinde anlıyor yaşadığını. Gerçek olduğunu acıyla kanla anlıyor. Zaten bizi de diğer canlılardan ayıran bu değil mi? Noksan oluşumuz, güçsüzlük ve hassaslığımız hani, farkındayız. “Acı çekiyorum o halde varım!”

IMG_4651

Yüz küsür seanstan sonra artık bitmek üzere olan Yutmak oyunu. Anna, Rebecca ve Sam. Kucaklamak istiyorlar dünyayı, ama kendini kucaklamayı unutmuş üçü de. Kentlere içkin bir yalnızlık metaforu olarak‘’Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.’’ diyor ya şair Turgut Uyar, uzanıp kendi yanaklarından öpmek bilgisinin güzelliğinden mahrumlar onlar. Varoluşumuz böyle heyhat… Koşulsuz sevilmek istiyorlar, her insan gibi. Hepimiz kadar – kendi değil, başkalarının yanaklarını istiyorlar. Çünkü insan kendi yanağını başkasının dudağıyla; kendi sevincini ötekisinin gülüşüyle; kendi kimliğini diğerinin bakışı ve yargısıyla tayin etmekle malul. Derin bir yalnızlık var, evet, aşılmak istenen, aşılması gereken. ‘Ben bir başkasıdır’, ama önce kendinden başlamalı, kendi ellerinden tutmalı insan önce, kendi kollarıyla omzunu sarmalı. Yutmak, zihni kemiren kâbuslara karşı ruhu ferahlatan düşler uğruna derin bir yalnızlığa mahkûm olanların, cenin pozisyonunda yatağında dişlerini gıcırdatarak huysuz huysuz uyuyanların hikâyesi; fakat bu, karanlık boğucu bir çıkmazsa, bu çıkmazı kırabilmenin de anlatısı, anlatısıydı.

‘Başkası cehennemdir’, ama başkası olmadan kendim olamam. ‘İnsan insanın kurdudur’, evet, ama şifacısıdır, sığınağıdır, emniyetidir de. Samantha’yı Sam yapan arzu ise, Sam’i Samantha’ya tekrar dönüştüren Rebecca’nın reddidir.  Anna’dır uçuveren gökyüzüne, kâğıt pelikan uçmaz. Onu ürktüğü dünyaya doğru tekrar ayağa kaldıran da Rebecca ile Sam’in sıcaklıklarıdır. Derin bir uykudaydı Rebecca, onu uyandıran sevgidir.

Craft Tiyatro yönetmeni İbrahim Çiçek’in ve ekibinin nokta atışı oyuncu seçimi, karakterlerin ve metnin özüne uygun dalgalı, coşkulu ve kederli renkleri odağına alan işlevsel sahne tasarımı, tempoyu göğüslemiş sahne kullanımı, karakterlerle aşırı uyumlu kostüm tercihleri, ezcümle başarılı rejisiyle sevgiyi başat kılan nefis bir oyundu Yutmak. Bilenler bilir, Zerrin Tekindor hayranıyımdır. Başak Daşman, Ece Dizdar, Merve Dizdar üçlüsünü ( yazıdaki ciddiyeti kırmak da adına, biraz tatlılık olsun deyu ) Barcelona’nın Neymar, Suarez ve Messi üçlüsü olarak kaydediyorum Tanrıçam Tekindor ardına. Bir zaman gelecek ah bir oyun vardı diye bahsedeceğim. İşte belleğimin o kısmında güzel bir anı olarak yerini aldı Yutmak.

 

 

 

 

Bir Oyun, Nihayet Makamı – Altıdan Sonra Tiyatro; Gamlı Tanbur

                   “Başlayışından bitişine, renkli ve ahenkli oyunculuklarından ‘antika’ Türkçeyle gelen coşkun sükûduna, unutulmuşluğun ve hırpaniliğin dekorundan hatırlayışın solgun ışığına, kurgusundan hasbıhaline ve oradan da elemin doğurgan müziğine varana değin zengin mi zepzengin bir oyun Nihayet Makamı.”

 

Keder defteri geniş, gülüş kitabı kısadır.

Eski bir hikaye: İnsan yanılsamayla malüldür.

Hatırlamak görecelilikle nişanlıdır, çoğu zaman bir yalan gözlüğüyle bakılır geçmişe.

Kim muzaffer, kim mağlup, kim üvey kim hakiki; anlattıklarından doğar doğabilirse yanıtlarımız anlatıcının.

Bir dağın önünde durur da, ben bunu aşamam der kimi, aşıp ardına baktığında da dağ değil tepeymiş der kimi.

Taşın ağırlığını taşıyan, kalbin sızısını kalbi kaybetmiş olan bilir.

Ama en çok taşımamış olan konuşur taş hakkında, ama kalbi ufalanmış olan söyler olmuş olanın beyhudeliğini.

Sızıyı dindirmek, çağlayan kanı durdurmak içindir bu.

Dağ hem sevinçlidir hem hüzünlü.

Yolcu hem ürkektir hem ümitli.

Sevinçlidir dağ, aşılmayı beklemiştir çün bin yıllar boyu; hüzünlüdür, çün aşılacaktır artık sabırlı ve inançlı yolcu tarafından. Oynanan soylu bir kumar, hazla donatır dağın özünü; arzu bitimsiz olacaksa talep karşılanmamalıdır.

Kaybetmemek için yolcuyudur ki, imkansızlık şarkısı fısıldar heybetinden. Adı Şehvar.

Ürkektir yolcu usundan geçmez aşkınlığa ulaşmak çün mühürlenmiştir eski çağlardan beri saklı kuytularda cüceliğiyle; ümitlidir çün görülür olmuştur, dağ dilinde söylenen bir makamdır artık o. Ne mi olmuş? Kuytulardan, tıkırtılardan imkan verilip salonlara alınmış bir yengidir bu: Sınıfın cüceliğinden ruhun devliğine. Gerçekleşmiş bir hülyadır: Astın dudakları kaynaşmıştır üstün dudaklarına nasıl ki bir tırnak yazgısıysa bir etin, öyle. Adı Sabriye.

Şehvar ve Sabriye. Yalanla bezenmiş, ümitle örselenmiş, hüzünlü olmaya mahkum içli bir şarkıdır bu. Nihayet Makamı.

Gamlıdır tanbur; karanlıktan doğar, aydınlığa doğru vurur şarkısını.

Su perisi kendi istediği için çıkıp gelmez dehlizlerinden, çağrıldığı için gelir o.

Ulaşılmaz olan ulaşıldığında kaybedileceği için ulaşılmazdır.

Ölüm tamlıktır, yaşam eksiklik.

Bakmayın gözyaşlarına, baş ağrılarına, bir zaman kaybettiğimizi hatırlattığı içindir ki yine ve yine imkansızın şarkısını söyler dururuz. Bir daha yitirmemek içindir ki Sabriye de, Şehvar da birbirilerine çekilmiş, birbirilerini itmişlerdir. Ölüdür bütün, bilmeden bilerek bütünleş(e)mezler bu yüzden.

Ast, üst. Aşağıdan yukarı doğrudur dikkat. Kayıtsız kalmalıdır üst olmanın gereği üstteki, yeri gelince merhamet göstermek, zamanı gelince ilgi vermek için.  Değer merdivenle eşdeğerdir; aynı manaya gelmez son basamağıyla ilk basamağı merdivenin. Hemhaldir en üsttekinin üstlüğü en alttakinin varlığı ile. İkisi birbirinden ve aradaki basamakların oluş’undan muaf değildir zinhar. Şehvar Şehvar Hanım olabilmek ve olabilirliğinin bekaası adına muhtaçtır besleme Sabriye’ye. Sabriye ise bu itiraz ve kıskançlık kültüründen beslenir, son basamağa gelmek için kudreti ve bilinci yoktur da, görsün ister üstü onu. Tepetaklak olunması mümkündür lakin asla olun(a)maz. İktidar da bundan beslenir, bu hiyerarşik tırmanıştır ihtiyacı, ihtirası ve ilgiyi besleyip, diri tutan. Gören gözlere ihtiyacı yoktur aşkın, göz görmez çün; içgüdüyle bilir bunu ve yaklaştırır sezgi, iktidar tam da bu yüzden ve bu eksik eşitsizlikten ötürü vardır.

Her basamağı bir çemberdir merdivenin. Deprem gibi: Alttan üstte, üstten alta olup durur titreşim. Biri ötekine kaynamak için çırpınır, öteki öbürünü içine almamak için sızlanır. Erkek kadını, yetişkin çocuğu, yaşlı genci, evli dulu, eylem düşünceyi itiştirir. Birbirilerini birbirlerinin çemberine kaynaştırmamalı, sokmamalıdırlar ki varlıkları teyid edilsin ve daim olsun. Üst’ün kayıtsızlığı, ast’ın arsızlığıdır dünyayı döndüren. Nasıl ki şair Şehvar kadın olarak Tevfik Fikret’ten mülhem şiir erk’lerini huzursuzlandırıyorsa, Sabriye de öyle kurcalayıp durur Şehvar’ın dünyasını; beğenisini, ilgisini, takdirini, sevgisini, merhametini ve bilhassa muhtaçlığını. Her iki oluş da birbirine mühürlü, ama biri bunu inkar etmek diğeri bunu yalvarmak şartıyla. Tıpkı hassas kimlikleri bir tepetaplağa bakan merdivenin üst ve alt basamağı gibi özünde aynıdır erkeklerle örülü şuaradan onay bekleyen Şehvar ile kenterden onay bekleyen Sabriye.

Farelik mi? İkisi de yargı makamının kapısında “doğru anlaşılmamış, yeterince sevilmemiş ve hak edilen değeri görmemiş olmakla” örülmüş itiraz dilekçeleriyle ol kapıları aşındırmakta mahir birer faredir. İkisi ayrılmaz bir bütünün ne az önemli ne çok gereksiz parçalarıdır. Varlıkları oluşlarını teyid etmenin, birbirilerini birbirlerinde doğurup öldürmenin anahtarları. Sönük bilgin Sabriye’nin incisinin çetinliği Şehvar’ın ihtişamından, huysuz Şehvar’ın kendine yeter’miş’ gibi duran ışıltılı kayıtsızlığı Sabriye’nin dayanıklılığından beslenmektedir. Lakin işte doğurdukları kadar ölüp ölüp durmaktadırlar da tam da bu kendilerini doğuran yerlerinden. Besleme Sabriye umudundan, tütüncüzade Akif’in kızı Şehvar hanımsa inadından güçlü ve zayıftır. Ast üste varamadığı, üst asta düşmediği sürece var olacaklardır tekrar tekrar. İki kadın, kaynaşmadıkları sürece ebedi kırık bir aşk hikayesidirler ve katıksız hakiki.

Bilir ama içten içe duymamaya yeminlidir Şehvar su perisinin şarkılarını, duydum derse ölecektir.

Bilir ama içten içe duymaktan muhteşem bir haz alır susmuyor sussun dediği su perisi şarkılarından Sabriye. Boşuna değil Şehvar’ın iki dudağının arasındaki ‘evet duyuyorum’a dilenci oluşu. “Ey nazlı dilber halimden bi haber” Hakikat imkansızdır,- buldum ve dokundum sanırsın, hem tam şuradadır hem değildir,- yaşamak ‘olmaz’la hissedilir en derinden. O yokülkeye büyük adımlarla hızlı bir koşudur çektiğimiz sancılar. Kalpte duyumsanıp surete vuran ekşi bir tatlıdır ve tadı şuradadır: Hayatın bizim için anlamı yoktur, bizim onun için anlamımız vardır: Sen bana şarkılarını söyleyecek misin söylemeyecek misin diye sorar yaşam hepimize.

Korkaklar tereddütle malüldür, cesurlar yapmakla. Hangisi olacağız? Eyleme mi bulanacağız yoksa keşkeler zindanında mezar eşeleyeci mi?

“İnsan insana kavuşunca meşk, kavuşmayınca aşk olur.” Altıdan Sonra Tiyatro’nun merkezinde bilinç düzeyinde değil de, varlığı doğduğu yerden katbekat uzakta belirebilen yeraltı suları misali farkında olmadan, derinde bir yerde tenin altında tine işlenmiş bir merkezde istemeden bile isteye acıdan haz alan karakterleri ve bu elemden doğan, oynayan ve yaşayan nefis şarkılarıyla Nihayet Makamı isimli güzel oyunu bana şunu verdi:

Ama düşünmeyin yapın bazen; susturmayın, söyleyin içinizdeki şarkıları.

Söylerseniz sonucundan bağımsız yapmış olmanın sonsuz neşesiyle bir kuş olur  uçuverir, söylemezseniz bitimsiz elem girdabında ruhu kemiren keşkeler faresi oluversiniz. Mazi fareyle oynayan kedi misali oynar bizimle, hortlamak gibi bir huyu vardır onun.

Izdırap keskin bıçak; nihayet makamı hüzünlü kağıt. Yeniden okunmak üzere katlanıp durmalı mı, bir daha göze değilmemesi için paramparça edilmeli mi? Sabriye dönenen ve bir türlü dökülemeyen bir ırmak Şehvar’ın ışıltısında, Şehvar Sabriye’ye uzun ve zorlu bir yolculuk bayır aşağı. İki kıymeti bilinmemiş, iki yıkılmış kale tıkılıvermiş birbirilerinin içlerine. Ten nedir ki, aşk tinde söyler şarkısını. Soba nedir ki od olmaz ise, od yeter mi ki soba sarmaz ise…

Başlayışından bitişine, renkli ve ahenkli oyunculuklarından ‘antika’ Türkçeyle gelen coşkun sükûduna, unutulmuşluğun ve hırpaniliğin dekorundan hatırlayışın solgun ışığına, kurgusundan hasbıhaline ve oradan da elemin doğurgan müziğine varana değin zengin mi zepzengin bir oyun Nihayet Makamı. Bir ricam var: Karanlığın çaldığı tanbur ve su perisinin söylediği şarkılar albüm oluversin. Nota solfej makam anlamam, hiçbir müziğin tekniğine inecek kadar fanatik bir dinleyici yahut amatör bir uğraşçı dahi olmadım, ama o seslerin rengine hayran kaldım. Büyüleyiciydi. Ha, sıpotifayım yok, YouTube olursa sevinirim.

Hamiş: Tanburun feryadıyla yükselen şarkılara mı yazılmıştır oyun yoksa ömürlerini imkansızlığa aldırmış Sabriye ile Şehvar’ın hikayesine mi yazılmıştır şarkılar bilmem ama Nihayet Makamı, (gece yarısından önce) Altıdan Sonra Tiyatro, izleyin derim mutlaka, kaçırmayın.

Bir Oyun, Fotoğraf 51 – Craft Tiyatro; İade-i İtibar Kırılmışlara

            ”Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin

çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini, heyecanını

DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor.

Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları;

ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle;

verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da  

iyi bir oyun Fotoğraf 51. ”

 

 

Derin bir anlam arayışı üstüne kurulu varoluşumuzda yolumuzda bize eşlik eden farklı olduğumuza dair inancımız özgünlük ( çabalıyorsak eğer ) çabalarımız sonucunda bizi nereye kadar götürebilir? Yazmaya, çizmeye, bestelemeye, keşfetmeye. Hâsılı kelam üretme istasyonlarına uğrarız bir bakıma. Yıkmakla yaratmak arasında ince bir köprüde salınıp durduğumuz da olur: Bir sürü olasılığın birleşmesiyle tarafımızı seçeriz bilinçli yahut bilinçsiz. Vasat yahut nitelikli sonuçlara varır kimimiz. Yaratmak itkisi dünyaya doğru bizi sarmalayan bir fanus oluşturuyorsa eğer üstümüzde, büyülü ve aynı zamanda yıpratıcı bir fanustur içinde olduğumuz. Bilgi, deneyim, sezgi, şans, disiplin, hız, cesaret, zamanlama, hırs ve bilhassa yetenek. Eski olandan, orada var olan ama formunu bulmamış olandan yeni’yi çıkartmak, onu görünür ve bilinir kılmak. Gerilim eşlik eder bu yeni olacak olan her şeye. İster istemez ( her birimiz için kişisel olacak ‘hayatın anlamı’na eşitlenecek ) bütün toplamların sonucunun peşinde bir yarışın içindeyizdir aslında.

 

İşte Craft Tiyatro’nun yeni oyunu Fotoğraf 51 bu yeni’nin peşine düşmüş bilim insanlarının kendilerini yaşamın sırrını keşfetmek dedikleri bir yarışın içinde bulmalarının hikâyesi. Gerçek bir hikâye. Aynı zamanda bu bir yarışsa, yaratmaya-keşfetmeye eşlik eden bilgi, deneyim, cesaret, sezgi, yetenek vs vs vs’nin kendi başlarına yahut bir arada yeterli olup olmayacağının da sorulduğu bir hikâye. Hem itibar arayışımızın köklerinin hem de hırsızlığın saygınlığın araçlarından birine dönüşmesinin anlatısı.

 

Basit-derinlikten yoksun örneğimi mazur görün, ama şöyle bakalım: Her yeri tek katlı konutlarla dolu bir yaşam alanında artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için aklınıza dikey yapılar kurmak geliyor. Adı apartman. Bir apartman dikmek istiyorsunuz, bu fikir başkalarının da aklına geliyor, ama nasıl olacağını kimse bilmiyor ve siz ( bu kişi oyunda bilhassa Rosalind Franklin ) araştırmalarınız sonucu temelini atmaya başlıyorsunuz. Heyecanlısınız, dünyaya faydalı bir miras bırakacaksınız ve bu icat yüzyıllar boyu sizin isminizle anılacak. Ama devamını nasıl getireceğinizin bulamadığınız cevabı ve keşfi başarıyla sonlandırmak, dünyaya nam salmak adına içinizde oluşan gerilim, yardıma muhtaç olmadığınızı düşünmeniz ve biricikliğinize olan inancınızdan ötürü tek başınıza çalışmaya olan yatkınlığınız, bu yeni’yi bulmaya kendilerini adamış ve görünür olmak namına üstelik hiçbir etik de tanımayan,  hazıra konmuş olmak gibi isimlendirmelerden gocunmayacak denli iç eleştiri mekanizması huzursuzluğundan muaf ve hırsızlığa yatkın, sizden daha hırslı kişileri yaratma-keşif yarışında önünüze geçmekten alıkoyacak mıdır yani size avantaj mı sağlar yoksa yarışta bu özellikleriniz tam aksine sizin için bir zaaf belirtisi midir?

 

Sözgelimi bir başına kazanılan işler vardır, ama bazen ekip dayanışması ve çalışması da önemlidir. Değil midir? Üstünüzdeki stresi alacak, size yön verecek, çıkışsız hissedip, kaybolduğunuzda başka bir bakış açısının ışığında sizi düzlüğe çıkaracak bir başkası iyi olmaz mı? Kesin öyledir gibi bir cevap verememekle birlikte Rosalind Franklin’in bir zamanlar kendini yükselişe geçirmiş kişisel niteliklerinin bu keşif yarışında geride kalmış olmasına yol açtığını hafiften söyleyebiliriz. Ama söyleyemeyiz de, ortada bir adaletsizlik de vardır çünkü. Franklin’in bulgularına gizlice ulaşılmış, emeği çalınmıştır. Bunu nasıl çözeceğiz? Tamam, Rosalind Franklin aksidir, uyumsuzdur, kendi doğruları ve metotlarıyla bir başına çalışmaya meyillidir, ama sonuç böyle mi olmalıydı? Sahiden ‘oyunculuğu’ mu ‘öne çıkmıyordu’? Neden böyle oldu? Fotoğraf 51’in yazarı Anna Ziegler’in meziyeti de burada ortaya çıkıyor: Bilim camiasını konu edinmiş bir oyuna yakışacak biçimde diyor ki: Soru çok, ama kesin cevap yok. Oyun, Rosalind kendi kişiliğinin kurbanı mı yoksa daha hırslı başka ‘bilim adam’larının hırsızlığının mağduru mu yanıtı bize bırakıyor, ama tek kesinlik şu ki: bu bir iade-i itibar hikâyesi.

 

Oyunun ekseninde bilim insanlarının çalışma halleri, kişiliklerinin etkileri veya bir kadının ‘bilim adamları’ camiasında kendine yer eşeleme ve tutunma çabası öne çıkarılsa da, bir laboratuar ortamında değil de farklı mecralarda geçen kişisel serüvenlerimize ışık tutar biçimde üstte bahsettiğimiz kazanmak için neler gerekli sorularına da cevaplar veriyor. Yani bir denizin yüzeyi ve alt katmanları olduğu gibi Fotoğraf 51’in de katmanları var. Kazanmak istiyorsak eğer nasıl kazanırız? Kaybettik ama nasıl kaybettik? Oyunun finaline doğru Maurice Wilkins kaybettik diyince Rosalind “Hayır, kaybetmedik, dünya kazandı.” diyor. Bu gerçekten böyle midir? Onca uykusuz gecenin, onca endişenin, onca çabanın üstüne mağlup olduğumuzda gerçekten böyle iyimser olabilir miyiz? Sanmıyorum. Eğer öyleyse kaybedenin müthiş bir oyunculuğu söz konusudur ortada. Hem doğrudur hem değildir. Kayıp bireysel, kazanç toplumsal. Bir bakıma güzel, içi ısıtan da bir bakıştır bu. Rosalind’ler öyle diyorsa öyledir ve bırakalım buna inansın’lar. Hepimiz bir şeylere inanıp, onlara tutunmuyor muyuz zaten?

 

Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini heyecanını DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor. Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları; ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle  iyi bir oyun Fotoğraf 51.

 

Kadro güzel ve uyumlu. Altı bilim insanı: Beş erkek, bir kadın. Funda Eryiğit, Cem Avnayim, Orçun Soytürk, Bahadır Efe, Korhan Soydan, Selahattin Paşalı. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim ki, özellikle Orçun Soytürk ve Selahattin Paşalı rol çalmadan başarıyla kalp çalıyorlardı. Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’u kayırması misali ekipten diğerlerine nazaran daha ayrı sevdim onları. Buradan Afife Jale jürisine sesleniyorum: her ne ödülüyse artık o ödüllerden biri Selo Paşalı’ya verilecek!

 

Son olarak,

 

öncesinde on yıllardır mekanik düşünme ve yaşantı biçimine sahip popçu-topçu görsel kültürüyle hırpalandığımız şimdiyse Youtube çılgınlığı yahut vasat Instagram pervasızlığıyla bozguna uğratıldığımız bu dönemde Rosalind Franklin şahsında vücut bulmuş bir dünyayı geçici değil ebedi nitelikli bir anlamlandırma çabasını görmek benim gibi bir kararsız korkağı mutlu ediyor, silkelenme çağrısı yapıyor. Elbette her hayat kişiseldir, formülize edilip, birey birey reçete olarak dağıtılamaz, lakin ilham verebilir.  Belki de biyografiler bu yüzden önemlidir kim bilir. Güven, güç ve motivasyon sağlıyor olmalılar.

Biyografi özelliği taşıyan Fotoğraf 51 de, kaybettik diyen Wilson’a hayır, kaybetmedik dünya kazandı diyebilen ‘güçlü olduğu kadar, kırılgan da olan’ Rosalind’in bir kadın olarak bilim dünyasında uğradığı zorluklar, var olma çabası, yarışçı ve hırslı karakteri ile üretme aşkı, bulma arzusu bize bir şeyleri gösterdiği ve verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da iyi bir oyun. Bir kadın bilim insanı imgesiyle aslında genel anlamda bir ‘öteki’nin, bir güçten yoksun olanın statü kazanma çabası dünyadan. Belki de bu yüzden fikriyat ve hissiyat olarak özdeşleşebilmem karakterle.

Gidin ve izleyin.

Esinlendirir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİR OYUN, GECE SEMPOZYUMU; BABALAR, OĞULLAR ve BİR BAŞKALDIRININ ANATOMİSİ ya da GÜÇTEN DÜŞMENİN KAFKAESK ANLATISI.

” (…) içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu oyunu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun!  Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni. ”

 

Hatırlamıyorum, üç dört yaşlarımdaymışım, hep anlatılırdı evde,  beslediğimiz civcivlerden birini ellerimle tutarken boğmuş, bir tanesini de yanmakta olan sobanın kızgın yüzeyi üstüne bırakıvermişim. Cani miydim? Kimsenin dili varmaz söylemeye, bilmiş olalım diye, hayır sadece bir bebektim.

Bebeğin gelişiminde insanlığın-, sırasıyla vahşilikten ilkelliğe, oradan da uygarlığa-, tüm hallerini görmek mümkün. Bebek, çocuk, yetişkin. Büyümenin sıçrama dinamiği. Doğma, büyüme, çürüme. İnsanlaşma. Birinden bir diğerine geçmek yeni bir yasaya uymakla ancak mümkün. Uymak olur da, uyum sağlamak kolay mı? Feragat. Sonraki uğruna öncekini baltalamak. Uyum bir bakıma travmatiktir de. Her adaptasyon bir parça yarayı da beraberinde getirirken, her yaralanış elbette bir iz bırakır. Bedenin izleri gözükür de, zihninkiler deruni. Davranışlarımızda saklıdır bu izler. Sözgelimi hırçınlığımızsa şayet söz konusu olan daha önce ket vurulmuş arzularımızdan ötürüdür hırçınlığımız. Şiddet mi? Aşamadığımız duvarlardan, yasanın boğuculuğundandır o bir bakıma. Bebek dil’e çarpa çarpa çocuk olmayı öğrenir; çocuk dilin rutinini kavrayıp buhrana kapıldığında sıkılgan bir yetişkinliğe adım atar. Başlar böylece sislerin ardındaki bitiş çizgisine varana değin huzursuzluğun kitabı alacakaranlıkta.

Sözü bağlamış olmak için: Dünya kendisini aydınlatan güneşin etrafında dönüyor. Gece Sempozyumu oyunu da bu insan oluşa her daim eşlik eden karanlık buhranın öncesi, ortası ve sonrasında döndürüyor bizi.  Oyun Güven Kıraç’ın oynadığı karakterlerden bir tanesinin kimi yabancı dillerden sözcükleri andıran fakat çoğunluğu anlamsız hırıltılar, mırıldanmalar, bağırtılar çıkarmasıyla başlıyor. Seyirci olarak biz kafkavari bir ortama düşmüş bulunuyoruz: Neredeyiz ve neden buradayız? Anne karnındaki karanlık sulardan düşmüş bebek için de dış dünya tam olarak bu.  Bir’e aitken,  henüz bir yahut ayrı olduğunu dahi bilmezken, iki’deki bir olmak. Düşmek rahimden.

Bebeğin ilk evresi vahşilik dedik, bir nevi hayvan oluş karşımızda serilmekte olan. Sahne bir havuzu, bir ringi, bir beşiği andırıyor. Seyirci de bu bebek-adam-hayvanın iletişim ‘çabası’nı anlamlandırmaya çalışan. Sonra bir kadın çıkageliyor (Derya Alabora); sözcükler düşünüşümüzü ve davranışımızı belirler, uygarlığın inceliğidir bu: Bir kadın, aynı zamanda bir ‘hanımefendi.’ Güven Kıraç’ın karakteri başka bir karakter olan uşağa dönüşüyor onun gelişiyle. O kadın bir anne de. Sonra oğul çıkageliyor. Remi. Anne oğul sohbetlerinden anlaşılıyor ki: Oğul sitemkar, anne talepkâr. Babadan hoşnut değil oğul; yasa koyucuya karşı mahçup, fakat öfkeli. Kanayıp duruyor hafızası: “Yapma oğlum, etme oğlum; keserim bak pipini!” Neden talepkâr peki anne? Öğreniyoruz ki bu oğul birinci oğul, fakat anneyi tatmin etmiyor, oğul istenilen karşısında gönülsüz. Babaya karşı diğer oğlu havuza sürüyor anne. Marcel. İttifak arayışı. Onu da manipüle edemiyor ve böylece üçüncü oğul ringe düşüyor. İşte annenin en sevdiği evlat, evin pek bir sorumluluğu olmayan, çoğu eksiklik yahut hatalarına rağmen daha çok sevilip, kayırılan en küçük oğlu. Bütün dile gelmemiş mümkün hayal kırıklıklarına rağmen tutunulabilen son umut. İçinde önceki evlatlara nazaran henüz yanlışlanmamış vaatler bulunan Şarl.

Sahi nedir bu annelerin erkek evlatlarını savaşçılaştırma çabası? Gece Sempozyumu bize bastırılanın tekrar hem de daha beter haliyle yaşamda vücut buluşunu anlatıyor. Üstelik bunu Oidipus kompleksini alıp, fakat orijinal tragedyasına has kehanete sığınma çekingenliğine kaçmadan, kehanetin tam üstüne  üstüne bilinçli olarak giderek yapıyor.  Yazar  ( Eric de Volder ) öfkeli riyakârlığa ve haykırmış tüm arka bahçeleri. Söylenemeyenler dile geliyor; hayatta anormal sayılan normal kılınıyor. Ve tüm bunlar gerek metnin kuvveti gerek yönetmenin ( Mesut Arslan ) sahneleme biçiminden ötürü başarıyla sergileniyor. Annenin hayatta kalma mücadelesinde güçten düşmüş babaya karşı ( veya babanın yerine ) standartlarını korumak, mümkünse daha da arttırmak, yani gizil iktidarını sağlama almak için oğullarını meydana sürme çabası. Ve bu çaba esnasında yetişkin oğullarda görünürleşmeye başlayan bebeklik ve çocukluk evresinden hatıra hınç. O eski ‘bir’liğe duyulan arkaik özlem. Annenin yeni gözdesi olabilmek ya da olamamak. Bir havuz, yarış; bir beşik, engel; bir ring, dövüş. Savaş; kes, parçala. Yeter ki güçlü kal!

Ortada kuvvetli bir metin var ve her metin okuru kadar ayrı ayrı anlama sahiptir. Durduğum yerden okuduğum bu oyunun başat anlamıysa bende şu oldu:

Kadınlar talepkâr dedik de erkekler çıkardan muaf ve masum mu? Değil elbette, erkeklerin de kah üremek kah güçlü görünmek kah arzu nesnesi olmak gibi türlü türlü amaçları var ve bu uğurda ya galip ya ziyan oldukları bir mücadeleleri. Biyolojik formasyonumuza yahut psikolojik dinamiklerimizin derin tahlillerine girmek bu yazının esas niyeti değil. Ama bununla birlikte kısaca oyunun her iki cinsiyet penceresinden de bakarak, dikeyde bir konumlanmayla kuş bakışı modern çekirdek aile ahvalimizi son derece iyi tahlil ettiğini belirtmeliyim. Mesut Aslan’ın etkili rejisi Herman Hesse’nin aforizmasında olduğu gibi bize “Başka nedenler bahane edilse de hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır”ı ince ince gösteriyor. Kadim bir yarış ve oluş’tur dünyadaki. Herkesin baktığı yöne bakmayan ya sıyrılır ya sıyırır. Güzelce sıyırmış bir yazarın sımsıkı ve ‘çok katmanlı’ oyunuyla karşı karşıyayız. Gece Sempozyumu babaya karşı erkek kardeşler ittifakı hikâyesiyle ( veya bir babanın yani otoritenin yok edilme kâbusu hikayesi de diyebiliriz- bunu en sonda biraz ayrıntılandırdım ) bizi medeni vahşete çağırıyor. Demlenmiş isyan devrimini başarabilecek mi? Başaracaksa bu nasıl olacak: Kanlı mı kansız mı? Soru çok, cevaplar uzun. Ama temel olarak oyun yaşamın ve sosyal ilişkilerin ardında saklı cinsel dinamik ile faydacı iklimi gayet güzel resmetmiş. Günlük hayatımızda dilde sembolik olarak karşılık bulan çoğu şey burada çokluk gerçek anlamıyla yazılmış. Sözgelimi hemen hemen hiçbir ‘anne’ babayı öldürmekten bahsetmez, ama bir evladın babanın işlerinin sorumluluğunu alması istenmesinin tek anlamı sembolik olarak ‘babayı öldürmek’tir. Baba öldü, yaşasın yeni baba! Hasılı kelam halının altındakileri halının üstüne çıkararak ortalığı cevaplaması ‘ilkel bir cesaret’ isteyen sorular dumanına boğmuş… Sevilesi arsız yazar! (Belki de metinden kaynaklıdır, orijinal metni okumadığım için bilemiyorum) – birbirleriyle uyum açısından- oyunculukları zamanla daha da oturacaktır, prömiyerdi, fakat telaşsız usulca açılan ve içinde onlarca doku bulunan bu metni mutlaka izleyin. Sıyırdılar mı yoksa sıyrıldılar mı siz karar verin. Gece Sempozyumu seyredende sabrı, bilgiyi ve sezgiyi de gerektiren işlenişi itibariyle yükselen kafkaesk bir senfoni. Bir başkaldırının anatomisi. Otorite’nin kâbusuna arkeolog titizliğiyle eğilmiş nefis metin, güzel reji; dopdolu sıkı bir oyun! Kara komik sosyallikler. Bir fikriyat şöleni.

Not: Hele ilkel kabile ayinlerini andıran içeriğini vermeyeyim bir sahnesi vardı ki muhteşem. Ses, ışık ve beden böylesi güzel birliktelik oluşturamaz! Bütün ekibe teşekkürler.

 

Oyuna Dair Üşengeçlikten Ötürü Yarım Bırakılmış, İşbu Metne Bağlanmamış Diğer Bazı Önemli Notlar:

Not 1: Güven Kıraç üç karakteri oynuyor. Bir: En baştaki hayvani iniltilerin sahibi. İki: Uşak. Üç: Baba. ‘Bir Üç ile gerçek, İki Üç ile sembolik olarak bağlı. Detayla…’

Tercih yazarın mı yoksa yönetmenin midir bilmiyorum fakat muhteşem bir karar olduğu su götürmez. Çün üçünü de aynı kişinin oynaması bizi şuna götürüyor: Baba hem hizmetçi hem avcı hem tahtından edilecek efendi. Bizim gibi kültürlerde ortalama bir erkeğin hayatı boyunca yaşayıp, içinde barındırdığı tüm haller. Efendi bir bakıma köledir de. Halef selefin içini kemiren bir kurttur; nasıl ki yaşam ölümle bir, statüko da sarsılma endişesiyle göbekten bağlı olduğundan bir gün yerinden edilme korkusu o gün yerinden hiç edilmeme arzusuyla efendi’yi kudretinin sınırlarını zorlamaya götürür. Fakat o gün elbette gelecektir. Bunun nasıl olacağını yani kanlı mı yoksa kansız mı bize şartlar gösterecek.

Babaya karşı kardeşler ittifakı. Ya da Babanın kabusu, otorite korkusu. Yerinden sürülme, tahtından edilme. Hakimiyet kaybı. Oyunun ana hikayesi aslında bu. Evet, babanın kabusu. Çünkü oyunun sonunda oğullar birer bebek gibi uyurlarken, Güven Kıraç diriliyor ve anlıyoruz ki ticari işleri sarpa sarmış. Yani çemberi geri geri kat ettiğimizde en başta olan tıpkı Kafka’nın Dönüşüm’ romanında Gregor Samsa’nın kendisini böcek olarak bulması gibi. Hayvansı bir varlık olarak başlıyor karakter. İniltiler, anlamsız sesler… İletişim kuramama. Bu sahne beş on dakika sürüyor nerdeyse.. Buradan bakınca da metne… bu muhteşem bir şey. Evet. İşle bunu yazıya.

 

Not 2: Civciv, bebeklik boğma, soba üstü ile başla.

Hayvanlaşmış olarak başlama. Kafkaesk atmosfer. Neredeyiz? Neden buradayız? Dünya. Bok çukuru!

Not 3: Kadınlar böyle kontrolcü ve güç düşkünü de, erkekler neci ve neden böyle edilgenler? Statü kaygısı ve cinsel düşkünlük. Yahut da sözün kısası her iki cins de bir biyolojik formasyon getirisinden muzdarip işte. Kurcala ya da bırak…

 

Not 4: Makaralar topaçlar kah eğlendiriyor kah gürültüyle imtihan ediyor kah işlevsel bir araca dönüyor kah da tedirgin ediyor. Yaratı ve yıkım arasında ince bir tel. Oyun oynama isteği ve akıp giden zaman. Topaçlar döndükçe dönüyor başımız fikirlerimiz, arzularımız ve de heveslerimizden.

Oturma düzenindeki normal sandalyeler ve sahne ortasındaki oturması zor tabureler üzerine de birkaç kelam… Oyunda ana temalarından birini ‘yerinden edilme, kontrolü veya gücü kaybetme korkusu’ diye sayarsak tabureler anlam kazanıyor.. Sürekli bir kontrol gerektiriyor yani orada oturup oyun seyretmek.. Tabureden düşmemek gerekiyor. İktidarı kaybetmemek lazım. Düşersen gülünç olur, önemsizleşirsin. Bir baba’nın yani bir liderin de temelde karizmayı çizdirmemesi lazım. Çizdirirse biter yahut son başlamıştır demektir.. Hep dik duracaksın yani, sağlam kalacaksın, hayatta da öyle işte o taburelerdeki gibiyiz.. Endişe. Endişe. Endişe. Kıps.

 

Not 5: Oyun usul usul açılıyor. Başta sıkıcı gelebilecek olan, oyun bittiğinde bir bütün içinde ele alınırsa yerinde, doğru ve etkili duruyor.

Not 6: Metindeki tekrarlar çokluk gündelik hayat konuşmalarının yavanlığı, lüzumsuzluğu ve samimiyetsizliği eleştirisi. İçimizde derin bir kayıtsız uyuyor olmasına rağmen bir başkasına nasılsın deriz, o bir başkası olarak da Evren’in en karamsarı içimizde yaşamıyormuş gibi iyiyim deriz.  Günaydın, iyi akşamlar, iyi geveler, Günaydın, iyi akşamlar, iyi geceler. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim. Bu milyonlarca kere genellikle hiçbir değişime sebebiyet vermeden tekrar eder durur, hiç durmayacakmışçasına dönen topaçlar gibi. Bir zaman gelir birisi halimizi hatrımızı sorsun isteriz, sorulmaz. Bir zaman gelir birisi hatrımızı sorar, tersleriz. Arzu, arzulanan ve arzulayan denklemi. İlki kendimizi, ikincisi karşımızdakini yıkar.

Not 7: Yazar bizi hayvan-bebek hal ile karşılayıp boklar içine sürüyor demiştik. Nurdan Gürbilek’in ‘Benden Önce Bir Başkası’ kitabından alıntıyla Dostoyevski’de böcek olmak isteyen adamlar Kafka’da böcek olarak başlamışlardır. Gece Sempozyumunda hayvanlıklarından, biyolojilerinden kaçan adamlar da bok içinde başlayıp kan içinde bitirmişlerdir. Kanun öncesi dönemden kanunu aşmaya doğru. Bir isyan kendi kanunu yazabilirse devrim olur. Sempozyum devrime yürüyen oğulların da hikayesi bir bakıma. Babaya karşı.

Not 8: Derya Alabora anne karakterinin çocuklarını babaya karşı ‘aile’nin bekası adına sorumluluk almaları için kışkırtması, fakat ortaya çıkan sonuçtansa memnun olmaması güzel bir nokta. ‘tamam öldürdünüz de, kesmek biçmek ne yani’ halleri. İsyan vahşileştirir, hınç patlar, en başta olan en sonda yine olur: hayvanlar alemi. Canilik içte, fırsatını bulursa parlıyor. Ortada yasa yoksa, daha doğrusu oyun üzerinden söylersek yasayı sağlayan yok olursa öyleyse tüm yıkıcı arzular serbest. Ceza yoksa şölen var. Kan ve kemik şöleni.

 

KÜNYE

Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
Kavramsal Çerçeve ve Yöneten: 
Mesut Arslan
Yazan: 
Eric De Volder
Çeviren: Şaban Ol
Topaçlar ve Arena:
 Lawrence Malstaf 
Dramaturji:
 Ata Ünal
Sahne Tasarımı: 
Lawrence Malstaf & Meryem Bayram
Oynayanlar: 
Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül, Pervin Bağdat
Işık Tasarımı: Jan Maertens
Müzikler ve Müzik Tavsiyesi: 
Eric Thielemans
Ses:
 Stijn Demeulenaere
Kostüm: Johanna Trudzinski

Bir Oyun, Yalnızlar Kulübü – B Planı; Biz Tek, O Hepimiz !

”Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.”

okurken çalsın bu şarkısı

Adsız

Çenemiz durmaz; afili laflarımız ile beylik ahkamlarımız asla eksik olmaz. Oysa söylemek istediklerimiz dağ olmuştur da, o dağ içimizin okyanus diplerinde kaybolup gitmiştir çoğu zaman. Kendimizin dahi ne bu deruni maviden ne de ardındaki yükseltiden haberi yoktur artık. Unutmuş, halının altına süpürmüş ve olay mahalinden uzaklaşıp, gitmişizdir. 

İnsan haykırmak isteyendir. Giderilmemiş hesaplar bir gün değil, her gün gelir bizi tırmalar. Ruhumuz içine usta işi rengarenk bir resim işli camdı da evvel, bu cam binbir parçaya ayrılıp, dağılmış uyumsuz bir çöptür şimdi. Parçaları birleştirmek zahmetli, dönüş yolunu bilmemek kederli, bütünlükten mahrum olmaksa acı. Değil mi ki öfkemiz bu yüzden yakıcı, kabarık ve anlaşılmaz. 

Öyle arsızdır ki ‘önce’ye duyulan özlem, sonradan olunan’ın kıymetini hakkı ve yoğunluğuyla yaşamayı değil de, olunmakta olanın muhtemel kaybına duyulan kaygıyı derinleştirir durur. Klişedir: Hayatın ritmi bozulur ve ‘an’ kaçar. Ahh şu ‘yeni’yi fay hattı üzerine kurulu bir binaya dönüştüren ‘eski’den kaynaklı kapanmamış çatlaklar. Mış gibi bağlanmalar, tekinsiz varoluşlar! Sevilmemekten ürker, terk edilmekten ödümüz patlar. Suçluluk hissi mi, o bizi mahveder. Neden böyle olur? Bir cevabımız yoktur ekseriyetle. Cevabımız vardır da, içimizdeki okyanuslar onları baskıladığından bilemez ve konuşamayız. Gözyaşları da işte tam olarak budur, dile gelemeyenler göz pınarlarıyla ifadesini bulur. Biz insan, söyleyemediklerimiziz. 

Sesimizi yükselttiğimiz yerler, sesimizi alçaltıp kuyruğumuzu sıkıştırdığımız yerlerin çokluğundan gelir. Zihnimizde çalkananlar dil, diş ve dudağa ulaşmak için boğazımıza gelir, gelirler ama orada düğümleniverirler. Düğümlenenlerse birike birike bir toparlak zehir olur da, gider kalbimize sıkışır. Kalp bu, ne kadar dayanır? 

B Planı’nın üretkenliğine kurban, kıskandığım yerli ve milli yazarı Sami Berat Marçalı’nın yazıp, yönettiği oyunu Yalnızlar Klubü tam da o kalbin sıkıştığı andan konuşuyor. Oyun bir kişisel gelişim kursunun on haftalık sürecine odaklanarak, eğitimcisi ve katılımcılarının kamuya özel resmî hikayeleri üzerinden kendilerine problem yaratan kamu dışı gayriresmî tarihlerini şeffaflık ve dürüstlük şiarıyla açığa çıkararak (ki bazen bu şiara ters düşülüp çıkarılmayarak ) bize neşe, keder ve yüzleşme imkanı sunuyor. Yaramaz Emel’in evlilikte boğulma hissi, silik Buse’nin seçilen olmama öfkesi, kederli Mehmet’in suçluluk duygusu, cool Nazım’ın hata yapma endişesi, agresif Kerem’in terk edilme ürküsü ve (bilge değil) bilgiç Demet’in (kolektifte saklı ben, ‘yardım etme’de gizli tiranlık) kendi yalnızlığını toplumsallaştırma arzusu. Hangimiz onlardan biri veya birkaçı değiliz ki? Birbirimizde saklıyız biz insanlar her birimiz.

Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.

Oyunun “hayat, ritmini bul!” diyen eğitimcisi Demet mesela vahiy gelmiş bir peygamber gibi dolaşır ve verirken vaazlarını kalesinde, tüm coşkulu tavırlarına rağmen öyle mekanik ve hissiz ki, on hafta – yani dile kolay yetmiş gün boyunca- çabucak geçmiyor-geçemiyor ayetleri hayat yolunda müritleri olmuş biçarelere. Emel yaşadığı yalandan yine kendi yollarıyla kurtuluyor; Kerem kurtulamadığı terk edilmişliğinin hıncını misillemeler ile bastırıyor;  Mehmet sanki canlandırma yoluyla suçundan arınıyor gibi, ama o da gibi, çün akıbeti bilmiyoruz; Buse çekingenliğini atıyor üzerinden lakin bu sefer de kırıcılığa meylediyor, yani balans tutmuyor; Nazım, bir diş ona geçmiyor sanki, programın sahibi Demet’in kıramadığı ceviz, kıramadığı için de belki mercimeği fırına verdiği. Bu da bilgiç vaizin kendi yarası belki de: Duvarı aşmak isteği. Hükmetmek saplantısı: Sözle geçilemeyerek cazibesi artan duvarın ardına hükmetmek. Onca dürüstlük ve şeffaflık söylevine rağmen etik sınırları ihlal ederek, katılımcısıyla gruptan gizli sırlar biriktirmek.. Oldu mu? Olmadı. Ama kim kime yedirirse meydanı burası. Ya tutarsa?

Hadi karamsar değil de, iyimser olalım. Basmakalıp lafları ve beylik ahkamlarıyla geçti ve şifa oldu diyelim vahiyleri. Ama gerçek şu: Tüm söyledikleri kendine telkindi aslında. Şöyle ki: Mürit yaralıdır, aciz ve muhtaç. Vaiz o çaresizi bulur da, vaizin çaresi nerde? Mürit yeter mi, yetmiyor işte. Hepimiz birbirimizin aynasıyız. Ben toplumda, toplum bende saklı. Kendimizi bir yana dünyayı bir yana koyunca unutuyoruz. Bağır bağır yargıladıklarımız yapmaktan sıkıldığımızı yapabilenler; kıskanıp sinsi dediklerimiz esasında arzu ettiklerimize ulaşabilenler. Sitem ettiğimiz  kişi çoğu zaman sevgisini istediğimiz. Hepimiz en azından bir çift kulak bir çift bakış istiyoruz üzerimizde gezinen. Vahiylerin kesilmesi, harbi muhabbetlerin başlaması ümidiyle bindik bir alamete gideyoz kıyamete; kimi kişisel geliştiriyor kimi yaşam koçu kimi nefes verip şifa dağıtıyor, muazzam bir ticarettir akıyor…

Peki biz izleyenler neredeyiz? Önümüzde derdi olan bir metin canlandırılıyor da, oluverenler kıyımızdan geçip gidiyor mu? Yüzleşme denilince işin içine seyirci girmez mi? Metnin de bir biçimde gündeme getirdiği yetersizlik veya değersizlik hisleri, kontrol edemediğimiz öfke, baskı altında tuttuğumuz arzular, söylemekten imtina ettiğimiz hakikatler, kırıcı olmak istemezken suskunlukla incitmeler ya da birini hiç incitmek istemediğimizden şişen kendi karınlarımızla biz tabii ki etkileniyor, empati çemberinde turlar atıveriyoruz. Üstelik bu etkileşim oturma düzeninin ve ( süprizcik olsun) bazı ufak kağıtsal dokunuşların etkisiyle iyice artıyor, yani seyirci yüzleşmenin kıyısında elbette. Her an suya itilme beklentisi (veya endişesiyle). Sözgelimi sadece beğeni dile getirmeme değil de, bu yazıyı yazmama da vesile oluyorsa, oyunun bir kuvveti ve bu kuvvetin de beni tetiklemesiyle ( derinliği, yoğunluğu kişiden kişiye değişir) değerli olduğuna emin olduğum bir yüzleşme söz konusudur. 

Hasılı kelam ısındıkça daha da oturacak iyi oyunculukları, isviçre çakısı dekoru, sade-akıcı anlatımı, müstehzi tespitleri, dokunaklı  mizahı ve sanırım dünyada son iki insan kalana değin daima ‘hem güncel hem retro olacak’ temas ettiği konularıyla Yalnızlar Klubü yalnızca bu sene değil, tüm zamanlar için tatlı ve sıcak bir oyun. İzleyin!

 

– kapak resmi: marianne von werefkin

Bir Oyun, Yuva – B Planı; Anlaşıldığın Yerdir Yuva.

YUVA – B PLANI

                           “(…) Kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına.”

 

Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” geçer Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanında. 

Anlaşılmadığını düşünmek yahut fark etmek üzücüdür, kırıcıdır. Bu bazen çevremizdekilerin anlayışsızlığından bazen de kendi içsel kısıtlamalarımızdan kaynaklanır. Ama kökeni ne olursa olsun kendini hiçbir şekilde anlatamamaksa kahreder. Hayal kırıklığıdır, kimi zaman da isyana değin süren yoğun bir ızdırap. Buradayızdır, varızdır, ama yokuzdur; mış gibi var olmak. 

B Planı’nın Yuva oyunu bu mış gibi varoluşlara odaklanıyor. İki kardeş ülkesindeki savaştan, biri cinsel kimliğinden, biri de müzik tutkusundan ötürü sürgün dört kişi tesadüflerle bir araya geliyor ve biz onların anlatma ve anlaşılma çabalarına tanık olurken, ifade ihtiyacının evrenselliği ve bir o kadar da yaratıcılığa müsaitliği önümüzde salınıp duruyor. Sami Berat Marçalı yaşarken anlaşılmaya mecburlara dokunaklı ve iç içe geçmiş parçalı bir anlatıyla fırsat veriyor ve bu doğrultuda evrensel ihtiyacın yazma edimiyle buluşması sonucu derdini sahneye başarılı bir biçimde taşıyabilmiş. Yazarı anladık. Peki, ya karakterleri ne yapıyor? Birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir mekanda. İşte herkes bu kadar mahir olamıyor iletişim konusunda. Ya hiç konuşmuyorlar ya da sözün pek hükmünün olmadığı vücudunu söz kılan bir primata dönüşüveriyorlar. İşte ilkel yahut uygar: Anlatmak ve anlaşılmak. Ötekine dokunabilmek. Değişmiyor. 

İngilizce bilmeyen iki kardeş Amerika’ya denizden düşüyor. Deniz arzudur, lakin her arzu hayal kırıklığını da beraberinde taşır. Amerika’ya düştüklerinde rasgele bindikleri göçmen taksici ve akabinde yaşadıkları bir kaza sonucu iki kardeş birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Acı. Küçük bir kargaşa sonrasında bakıyoruz ki abla taksiciyle kalmış, otistik erkek kardeşiyse taksinin çarptığı eşcinsel erkekle. Dalgınlığımdan değilse oyunda karakterlerin ismi yok. Bu da yazarın kendini ve meselesini özgür bırakması demek. Çünki isimler kimi zaman sınırlayıcı zararlı birer koddur. Kişinin yaşamsal pratiğinin önüne geçen ön yargılardır. Sözgelimi ben buna pozitif yahut negatif olarak çok maruz kalıyorum. Hüseyin Ali. Direkt bir Alevi uyarıcı. Aleviler kimileri için sevimli kimileri için tehlikeli. Üzerimde soyut bir uyarı levhasıyla dolaşıyorum yani. Oyunda kardeşlerin kopmasına sebep de böyle bir kod. Taksici göçmen ve kaçak olduklarını anladığı bu iki kardeşten “bomba” kelimesini duyduğunda panikle direksiyon ve yol kontrolünü kaybettiğinden kaza meydana geliyor. Yaşamda var olan ama bir türlü toplumsal alanda görünürlüğü arzulanır olmayan ötekilerin de ötekisi eşcinsele çarpıveriyorlar. Manidar. 

Müzik tutkusuyla Amerikaya gelmiş fakat gündüzleri balıkçılık geceleri taksicilik yapmak zorunda kaldığından, müziğe, yani belki de hayattaki tek ifade olanağına küsmüş göçmen bir taksici. Bu küslük bu bastırma yüzünden belki de sürekli öfkeli ve hararetli konuşması. Aktör olmak isteyen fakat ailesinde olduğu gibi sahnede de “yumuşak” bulunduğundan bir türlü kabul görmeyen ve tesadüf eseri “yine” kendisini hem anlamayan hem de yanıtlayamayacak olan fakat “dinleyecek” bir kişiyle başbaşa kalmış eşcinsel birey. Bu yüzden belki de arzularından ötürü özür dilemesi ve kırılgan olması, anlaşılamamanın duvarlarına çarpıp durması. Ülkeleri savaşta bombalandığından ailesinden geriye bir tek dediklerini anlamadığı otistik kardeşi kalan ve onu da kaybetmiş bir abla. Koca evrende yapayalnız köksüz kuru bir dal olmaktan korkması, bu gizden belki telaşı. Yazarın da içindeki dinmek bilmeyen çığlığın ve anlatma iştahının yansıması olduğunu düşündüğüm hiç konuşamayan fakat kendini bazen yazarak yahut çizerek anlatan otistik erkek kardeş. Her yazar dile hakim olduğu kadar dilden mahrumdur da; hakimiyeti mahrumiyetinden, dile getirilmeyen getirilse de dinmeyecek acıların çokluğundan doğar. Ol travmalardan ötürü konuşmadan mahrum otistik kardeş kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına. 

Hasılı kelam hayatın serüvene çağırarak yuvasından ettiklerinin dinmeyen huzurlu bir çatı arayışlarının hikayesi olup, dilin yakınlaştıran olduğu kadar uzaklaştıran ve kutuplaştıran da olduğunu ortaya koyan tüm ayrıntıları ve de etkili performans gösteren oyuncularıyla “Yuva” güzel bir oyun. Nokta. 

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

                                    “Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda ‘ustalıklı’ paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.”

Ama Babacığım

BİRİNCİ BAB:

“Baba ben bir hiçim! Ben bir hiçim, baba. Bunu anlayamaz mısın? İnat falan kalmadı artık. Neysem oyum, hepsi bu. Tanrı aşkına gitmeme izin verir misin? Bir olay çıkmadan şu sahte rüyanı alıp yakar mısın?” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Günümüzün bir an evvel Ulusal Meclis gündemine alınması gereken güncel sorunlarından biri “ebeveynler ve evlatlar”. Karşılanamayan beklentiler, yükseltilmeyen itibarlar. Hayat yolunda trajikomik bir halef ve selef sürtüşmesi. Yetecek miyiz, aşacak mıyız yoksa düşecek mi..? Ebeveynler ve uzantıları; bireyler ve öncülleri…

Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz, babasının amansız eleştirelliğini anlatıyor, üstün kusur buluculuk meziyetini hani. Yapıcı değil, yıkıcı; eleştirinin ıslah eden merhametlisinden değil, mahkeme kurup cezaevine yollayanından yani. O gizil alaycılık. Sorsan, kasıtlı değil; bilinçdışı bir aşağı çekme arzusu. Takdirde utangaç ve cimri; kıyımda hunhar ve cömert. Aynısının bir benzeri bende var, kimde yok ki? İstisnaları unutuyoruz, lütfen.

Arkadaşımla sohbet esnasında ona “Bir de şöyle düşün” diyorum “Babanla bu çatışmalar aşağı yukarı ergenlikten beri olsa, 15 yıldır takdir etmeyen bir baba var ortada. Bir de 15 yıldır takdir edilmeyi bekleyen oğul. Birincisini değiştiremiyorsun, peki ya ikincisi..?” O an aklıma estiğince konuştuğumuz bu şeyler bende de bir ışık açmıştı: Çünkü her telkin biraz da, söyleyenin kendi kendisine dedikleridir de. Hakikat sırıtıyordu: Öyle bir noktaya varmıştık ki, yüzleşmenin eşiğindeydik. 

İşte Galata Perform’un taze, gevrek ve sıcak yeni oyunu Tato Baba’nın Frannio’su hiçbir zaman bu yüzleşmeyi yaşayamamış ve hesaplaşma arzusu babasının cenazesinde ortaya çıkıvermiş çaresiz, üzgün ve kırık bir genç. Fail ölü, maktül hayatta, yara kanamaya devam ediyor. Oyun cenazeyle başlıyor ve biz Frannio’nun anlatımına paralel onlarca farklı karaktere bürünen diğer oyuncularla beraber doğumundan bugününe dek geliyoruz. O anlar boyunca özdeşleşmenin yasaları beliriyor ve yaraları yaramız, umutları umutlarımız oluyor. Güldüğünde gülücük, ağladığında gözyaşı saçıyoruz.

Oyunun ekseninde Polonyalı despot bir baba ve ailesi. Lakin mesele lokal değil,  global. Sevilmemiş olan, sevgi veremez. Kurban kurbanı doğurur ve büyütür. Dünyada insan olan bütün koordinatlarda bu böyledir. İbsen’in Nora’sındaki bir replikten mülhem dersek, dedelerin ve nenelerin günahları torunlarına geçer. Konuyu esnetmeden merkezi oyunda tutmaya çalışırsak: Babalar baba olmazdan evvel bir oğuldur da, yani böylesi bir karakter için dersek: Mağdur.

Katı hristiyan ahlakına ek olarak dayatmacı sert Sovyet sistemiyle buluşmuş bir Polonya’da bütün erkekler dimdik olmalıdır. Aile toplumun çekirdeğiyse ve ana düşünce hep ele güne karşı birlik, dirlik ve diklikse, babayı da bu çekirdeği sürekli olarak “lik” tutma kaygısı sarar. Kaygıysa elbette bulaşıcı ve zehirleyici. Franio da babası gibi zihniyet zehirlenmesi mağduru. Bu, çevreye karşı sevgiyi es geçmiş, yarışçı-düşmanca bir dünya algısının sonu başka Ne olabilir ki? Baba yahut anne tüm eksikliklerini evlat ile kapatmaya çalışacaktır ve kaçınılmaz olarak bu da çağdaş hastalığımız yetersizlik hissini doğuracaktır. Ha kimi zaman da mesnetsiz aşırı yeterlilik hissini yahut şaşkınlıktan ölü taklidi yapan bireyimsileri; lakin konumuz bu son ikisi değil, sadece ilki. Eric Fromm Sevme Sanatı’nda “Bize çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının, çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek ‘sevgisi’ne inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz ‘etken ilgi’dir.” der. Hangi ebeveyne sorarsak soralım, klişedir: “her şey evlatlarımızı sevdiğimiz için.” Lakin sevmek bir sanattır ve biz, istisnalar kaideyi bozmaz, dünyalılar kalben sakatlar ordusuyuzdur. Kimimize fazla su, kimimize az güneş, kimimize de tam tersi yahut orta karar bir şeyler işte… Bebek Frannio’nun iletişim, ilgi ve sevgi görme çabası kabuk bağladığımız yerin ta kendisidir. Sevmişlerdir, üstümüze titremişlerdir, evet ama bizi yanlış sevdiler. Olmuşla ölmüşe çare yok, önümüze bakmalı diyenlerimiz çıkabilir. Evet, öyle de, fakat düzgün yürüyebilmemiz için önce neden topalladığımızı bilmemiz gerekir. Geçmişin hep yarına gelmeye can atan bir hayalet olduğunu unutmamalı. Yoksa bugünü daima boşa çıkartan “suçlu geçmiş-kurban ben” algısı değil savunduğumuz. Maksat şu: gerekli tahlilleri yapıp, ondan sonra huzurla ilerleyebiliriz. Tato Baba bu anlamda da güzel, tetikleyici ve doğurgan bir laboratuvar. Perde kapandıktan sonra da devam ediyor…

Birçok oyunda veya örneğin İbsen’in Nora Bir Bebek Evi oyununda bir karakterin evrilmesini görürüz: tutsaklıktan serbestliğe geçiş. Baba evinden Koca evine; bir büyümeme tarihi. Sonrasında Nora’nın başına neler geldiğini bilmeyiz, lakin kapıdan çıkmış olması o mutlak muğlaklığı aşıp, umut, güç ve ilham verir bize. Aynı hissiyatta olan bizler ablukayı yarar, kapıdan Nora ile birlikte vakur çıkarız. Her evlat bir tutsaktır da bazen ya, Tato Baba oyununun ise böylesi bir katarsis’e varan derdi yokmuş gibi görünse de, sadece ölmüş bir babaya feryat olarak da okunabilir, fakat esas önerisi Frannio’nun korkularında, yaralarında ve travmalarında gizlidir. Anlamış olduğumuz şu: – Dün yarının harcıdır: Yani yapılmış olanlar yapılmasaydı… Bugün çekingensek, dün hareketimiz kesildiğindendir bu. Franio silik bir nesne olarak da devam edebilir hayatına, etkin parlak bir özne olarak da… Bilmeyiz. Tato Baba nostaljik bir dezenformasyona maruz bırakarak, muhasebe yapılmasına yol açar ve önümüzde artık şu sonuç vardır: Yarın’da var olmak iradesi her bireyin kendisinde saklı ya, ağlak bir kurban olmayı seçebilir kimimiz yahut ‘sadece bugün’ şiarıyla cesur bir kahraman olabilir kimimiz. “Ya bir yol bul Ya bir yol aç”* yoksa öylece kal, kalabilirsen…

 

Babasız Kızlar Balosu

İKİNCİ BAB:

Bu cumartesi baba, bu cumartesi, sırf senin için topu tek başıma taa karşı kaleye kadar taşıyacağım.” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Peki, öldükten sonra da yaşama kudreti olan Baba’ların bu gücü nerden gelir? Bir baba nasıl öyle buharlaşmaya müsait olmayacak biçimde katı olur? Birincisi toplumsal beklentileri karşılamak, bir rolü yerine getirmekse, ikincisi (oyunun yönetmeni Yeşim Özsoy’la sohbetimde öğrendiğim, onların metne doğru müdahelesi sonucu belirginleşmiş ) bir diğer gizil otorite anne’nin pasif iktidar arzusu veya türün devamlılık zincirinde kendi hakimiyet alanını koruma çabasıdır. Dışarda avcılık eden babayı evlatlar nezdinde korkuluğa dönüştüren annedir de biraz. Ye oğlum, yemezsen baban kızar; otur yerine baban duyarsa mahveder. Lokalden globale diyoruz ya işte sözgelimi bu öcü baba bize tam da otoriter-ulus devlet mitlerindeki “dış mihrak” mefhumunu gösteriverir. Ama tersten bir anlamlandırmayla: Tehlike dışarıdan içeriye bu sefer iyilik için gelir. Yönetmeye yetmeyen anne, babanın kudretli fallusundan yardım alır. Oysa baba “iyi”dir de, sadece beceriksizdir çünkü Sevme Bilgisinden mahrumdur. Sözgelimi oyunda bir yerde baba ile oğulun başbaşa kaldığı ve “tavşan”ın baş karakter olduğu “vahşet” hikayeleri anlatılır baba tarafından. Tavşan sevgidir, masumdur, şefkat uyandırır. Frannio’nun babasının derinlerinden bir komut gelmektedir: Erkek “yumuşak” hikayeler anlatmamalı, anlatamaz. Burada ayrıca, oyunun bir çok yerinde olduğu gibi, genelde dini anlatıların özelde hristiyani anlatının sevgiyi ve ahlakı korku, şiddet hikayeleriyle aşılamasına gönderme vardır. Sert erkeksi bir kültür erozyonu ile karşı karşıyayız işte. 

Sözü toplamış olmak için, Tato Baba sezonu kapattı fakat gelecek sezonda planlarınız arasında mutlaka olsun. Bir oyundan veya bir romandan yahut filmden ne bekler bir insan? Mesela benim için sonunda o sevdiğim “oyalanma”ya çıkacak bir biçimde kıstaslar “bilgi, ruhani haz ve eğlence”dir. Galata Perform’un Tato Baba’sı, yazarı Artur Palyga’nın yüksek anlatma iştahına koşut, bazı metinsel fazlalıklarına rağmen beni doyurdu, “oyaladı”. Oyun esnasında karar veremediğim tek şeyse ekibin farklı oynayış üslupları barındırmasının doğruluğu yahut yanlışlığıydı. Sözgelimi Frannio’u oynayan Erdem Kaynarca’nın taşıdığı baskın dram, Onur Gürçay’ın oynadığı babanın esnek ‘tipleme’ hali, Özge Korkmaz’ın canlandırdığı annenin groteske varan kurmaca bebekliği ( ayrımcılık yapayım en çok o karakteri beğendim ) ve birbirinden farklı nesne yahut kişiye bürünen diğer oyuncular Ceren Demirel, Akant Çetin, Serhat Gücüm, Baskın Sarp’ın dinamik ve bir o kadar da skeç’e içkin tatlış ve şapşik aşırılıkları… Şimdi bu yazıyı yazmaktayken düşünüyorum da, aslında bu “tercih edilmiş doğru bir hata”.  Hani hayat da biraz biz dramımızı yaşarken akıp giden sirk değil midir? Franio ipte yürüyen tel cambazının gerilimi ise, diğerleri elbette aşağıdaki şaşkın ve savruk cümbüş olacaktır. Yukarıdan aşağısı daima gülünçtür ve sonuçta izlediğimiz iki saat boyunca Frannio’nun anılarıdır. Babası ölmüştür, fakat o – bugünkü kendini meydana getiren anılarını – anlatarak yeniden doğmanın yolunu farkında olmadan açmıştır. Bir bakıma anlatmak isimlendirip öldürmektir de hani, yılanın kabuğundan sıyrılıp yeni bir kabuğa erişmesi. Oyunun başında içi görünür olan tabut, parçalar (anılar) yerine otura otura kapalı bir hal alır. Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda “ustalıklı” paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.” Yönetmeninden ışıkçısına, böyle değerli bir seyire ve ardından gelen yazıya sebep oldukları için, emeği geçen herkese teşekkürler.

Hamiş: Gazi Meclis’in bir an önce toplanması elzem, yoksa sevgisizlikten çürüyeceğiz. Kalben sakat olanlar, kalben sakat kuşaklar getirir. İstisnaları unutun, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve banka kredilerini de, borsayı, dekorasyonu ve instagramı da unutun, hükümet amasız şartsız Sevgi Bakanlığı kurmalı, hatta “Sevme Sanatı ve Sevmenin Grameri” okullarda zorunlu ders olarak konulmalı. Ve Galata Perform’un Tato Baba’sı iyi oyun, izlenmeli.

*Kartacalı Hannibal

Bir Oyun, When in Rome; Roma’dayken Roma’ya Göre Davranmam Ben Ama!

“Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin.“

 

Yıllar önce Talimhane Tiyatrosu’nun “Yazar” isimli nefis bir oyunu vardı. Seyirciler karşılıklı iki blokta oturuyordu ve bu, alışık olduğumuz seyirciyi dikey hiyerarşik bir çizgide altta bırakıp oyuncular açısından üstünlüğe doğru iktidar alanı oluşturan, seyirciyi de edilgen ve gözlemci kılan klasik İtalyan sahnenin aksine seyirciyi oyun boyu tam etkin ve yarı katılımcı kılan bir metin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Olumlu ve değerli bulduğum, verili metnin daha da çoğalmasına sebep olan, duygusal ve düşünsel açıdan daha doğurgan bir sahneleme biçimi. Bu iki bloklu oturma düzeni sayesinde sahnenin her yer olabildiği oyunda oyuncular her an ayrık otu misali seyirciler arasından fırlayabiliyordu.

 

İşte içinde Galataperform’un da olduğu çok ortaklı “When İn Rome” oyunu “Yazar” oyunundan ötürü aynı beklentiyle gidip beklediğimi de aldığım bir oyun oldu. Düşünsel ve duygusal açıdan sağanak yağmur. Tedirgin edici ve eğlence dolu. Bu tip oturma düzeninde seyirci olarak biz çekingensek kah endişeyle oyuncunun bizimle muhattap olmamasını dileyerek, fırlamanın tekiysek de heyecanla sıranın bize gelmesini ve kendimizi gösterme fırsatını en iyi biçimde değerlendirmeyi bekleyerek dolaylı olarak oyuna katılmış oluyorduk. Tam etkin diyorum çünkü oyun boyu hissettiğiniz endişeden ötürü pür dikkat kesiliyordunuz ve yarı katılımcı diyorum çümkü metnin akışını değiştirmeniz söz konusu değil. Oyunda genç bir kadının yeni ev sahipleriyle kurmuş olduğu – meseleyi tıbbileştirebilirsek- ‘sağlıksız’ ilişki ele alınıyor. Endişe, ahlak, riyakarlık, sınırlar ve eğlence üzerine kurulu. Oyuncuların metnin akışında seyirciyi de nesneleştirip konuşmalarına muhattap kılmaları bizleri söz konusu kanaat hakkında tarafımızı belli etmeye götürüyor. Bir nevi çaktırmadan ahlak testi. Neye güldüğümüz, neye üzüldüğümüz bizim kim’liğimize dair emareler. Bu tür oyunları terapiye de benzetebiliriz. Karakterimiz açısından turnusol kağıdı işlevi görüyor. Roma’dayken romalı gibi davranmalı mıyız yoksa Roma’dayken yine kendimiz mi olmalıyız. Kendi rengimizi vermek nelere mal olur?

 

Apartman bir toplum prototipidir. Toplum baskıcıdır. Bir apartmanda Ne kadar kendimiz olabiliriz? İktidarın dürüstlüğe tahammülü yoktur.  Kendi ahlaki kriterlerimizle yaşayabilir miyiz? Böyle yaparsak komşular Ne der? İktidarın yeraltındaki yani tabandaki temsilcisi mahalle, Baskı’sıyla yalan ile ikiyüzlülüğü başat toplumsal değer kılar. Komşular komşularına kendi ahlaki kriterlerini yükleme hakkını nereden alırlar peki? Oyun insanlar arasındaki ilişkilerinin hak görme/maruz kalma açısından esneyip, silikleştiği bir noktadan konuşuyor. Ve kanaatimce bu sağlıksız bir ilişki. Tahakküm, eden ve edilende nelere yol açıyor? Ve biz, seyirci günlük hayatımızda bu ilişkilenme biçiminin neresindeyiz? Seyirci bu oturma düzeniyle dikey bir apartmanda aynı zamanda yatay oyuncu-seyirci ilişkilenmesiyle ev halkından birine dönüşüyor. Hem içinde hem dışında. Metin seyirciyi her an sıranın yani oyuncunun muhattabı olmanın tedirginliğiyle diken üstü tutarak kolaylıkla ‘ayna’ işlevini yerine getiriyor.

Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin. Kimya dersinde öğrendiğimdir: Turnusol asitle temas ettiğinde kırmızı, baz’la temas ettiğinde mavi rengini verir. Karaktersiz bir kağıt, bir ayıraçtır yani. Her devrin uyumlu insanı olabilir bu turnosol. Diyelim ki ortada bir linç var, lince verdiğiniz tepki ne olduğunuzu gösterir. Oyunda ev sahibi, kiracısı genç kadın hakkında orospu derken gülüyorsanız siz bir şeysiniz gülmüyorsanız başka bir şey. Neyse gidin izleyin ve görün. Bu oyun bütün olarak bir oyundan fazlası. Bakalım siz Roma’dayken ne kadar kendiniz olacaksınız.

Unutmayın, bir insanın bir insan hakkında söyledikleri o söz konusu edilen insandan ziyade söyleyene dair düşünceler edinmemizi sağlar. Dolayısıyla neye güldüğünüz de sizin kim olduğunuzu gösterir. İzleyecek olanlar oyunda güldüğünüz yerleri not edin. Orospu dediğiniz kadın belki sizsinizdir de, içinizdeki ev sahibiyle yüzleştiğinizde korkmayın. Hasılı kelam tekrarlayayım şahane bir oyun, düşündüren ve eğlendiren doğurgan bir metin.

Bir Oyun, Şafakta Buluş Benimle: Dikkat! Bu Alanda Yas Var; İlişkiye Kapalı.

                                                                    https://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k

BİR OYUN, ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE: DİKKAT! BU ALANDA YAS VAR, İLİŞKİYE KAPALI.

‘’Sevdiğimiz birini kaybetmemek için ne’ler yaparız?’’

Tiyatro DOT’un sahnelediği  ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE oyunundan çıktığımda kafamda dönen sorulardan biri buydu. Diğer başlıklar ise, kimisi soru hüviyeti taşımayıp, Bir ve Tam Olma Hâli, Ölüm-Ayrılık, Yas, Biz, İlişkiler ve Ben’den Biz’e Geçiş şeklinde düşünceler silsilesiydi. Bir bakıma tiyatro işlevini yerine getirmişti. İyi bir tiyatro oyunundan beklenen de bu değil midir zaten? Bizi kemiren sorularımıza yanıtlar bulmak yahut da yanıtları zihnimizin karanlık sokaklarında saklı, sorması aklımızdan dahi geçmemiş soruları önümüze yığmak… Mum ateşini büyütmek. Tıpkı sağlam bir romandan veya güzel bir şiirden umduğumuz gibi. Lakin önce birkaç kelam edeyim, sonra oyuna geleceğim. Sahi ne yaparız bizim olanı korumak için?

Ben unuturum, siz hatırlayın: Bu soru burada kalsın, asılı.

**

Hepimizin hayatında kendini eksiksiz bulup, mutlu olduğu, aydınlanmanın zirvesinde hissederken, kusursuz ve büyüleyici bir masal evrenindeymiş gibi geçen anları olmuştur. Özünde ölümü aşıp, yaşamı yükselttiğimiz bu anlarda tam ve bir olma hâli söz konusudur. Ressam resim yaparken, yazar yeni bir roman yazmaktayken, piyanist parmaklarında kuşların havalandığını görürken, anne bebeğini kucağına alıp meme verirken veya sevilen sevdiğiyle sarmaş dolaş uyumuş da uyanmaktayken erişilen bir duygu durumundan bahsediyorum… Aşk içinde olmaktan; âşık ile sarhoş olup kendinden geçme; âşık olunan bir çeşmeyse kana kana onun suyundan içme, âşık olan bir su kaynağıysa âşık olunanın dudaklarından kalbine, damarlarına değin coşkuyla onun tüm varlığına akıp karışma hâlinden; her birinin bir diğerinde kendini yok edip, biz olarak yeniden doğmasından. ‘Ben’den ‘Biz’e, birliğe ve tamlığa varmaktan. Şairin dediği gibi ‘’Hala soruyor musun bana, aşk ne demek:
O en “bir” ve “tam” olana yürümek.’’ Kırılgan ‘sen’den kuvvetli ‘siz’e.

Şimdi, şu an, âşık olup, daima kendinize olan aşkını arzuladığınız kişinin kollarında dervişane bir dinginlik ve masalsı bir huzurla pineklemiyor da bu yazıyı okuyorsanız soruyorum, kendinizi en son ne zaman dünyadan soyutlanmış halde bir ve tam hissettiniz? Peki, ol birlik ve tamlık nasıl kaybolur, kayboldu, yiter yahut yitirilir? Düşünelim.

Anne ile bebek-çocuk arasına baba girer; çocuk yapmak isteyen bir eşin önüne diğer eşin kariyer planları girer; iyilik perilerinin yaşadığı kasabaya bir yabancı gelir; sarsılmaz bir rutini olan köye panayır girer yahut da yalnız ve mağrur fakat musmutlu bir ülkeye dış mihraklar, maşalar, hainler üşüşür. Ya da fıstık gibi çalışan bir bilgisayara virüs bulaşır ve sistem alt üst olur. Bir tür yazılımdır, bütün canlılarda mevcuttur: İrade. Direnme. Hayatta kalma. Fakat bu ayırıcı-bozucu, düzen sarsıcı durumların hepsine, sonuç arzuladığımız gibi gerçekleşmeyecek olsa dahi, tepki verebilecek güce sahipken yalnızca bir tanesine hiçbir şekilde karşı koyamayız. Virüse karşı antivirüs programı kullanırız da, onun karşısında zavallıca kaçışan küçük bir böcek, hiçbir sensörlü lambanın görüp de yanmadığı önemsiz bir ayrıntıyızdır. Bize rüzgârda savrulan toz zerresi olduğumuzu hatırlatır. Karşısında boynumuz daima bükük. O ÖLÜM’dür.

Ölüme karşı ne yapabiliriz? O dersi kaçırmışım, öleceğimden haberim yoktu diyip savuşturabilir yahut Starbucks’ta arkamıza yaslanmış bir vaziyette İced Chocolate Macchiato içerken, taziyelerimizi kabul edebiliriz. Dedem Lucretius’tan eski bir deyiştir: ‘’Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok.’’ Kendi ölümümüzü böyle tiye alabiliriz. Peki ya, etimizden bir parça hissedip sevdiğimiz arkadaşımızı şehrin ortasına düşen bir bombayla kaybettiğimizde, ruhum deyip âşık olduğumuz kişiyi amansız kanser elimizden aldığında yahut da uzun yıllar bize arkadaşlık etmiş canımızın içi kedimiz-köpeğimiz bizden önce, biz ölüme uzak yaşamın göbeğindeyken, mitolojik ölüm sandalına binip gözümüzün önünden bu dünyadan giderse ne yaparız?

Her tehlikeye yanıt verilebilir, her düşmana karşı bir plan gelişir, düzenimizi bozan herkese ayar veririlir; çünki kayıptan ötürü yeter miktar öfkemiz vardır ve yeter ki gücümüze inancımız ve sevgimize bağlılığımız olsun. Lakin ölümeyse, bir tek şey dışında, hiçbir şey yapamayız. O ise YAS’tır.

Birlik ve tamlık halinin dağılması, sevilen veya bu sevilen tarafınca sevilenden yoksun kalmak bunlar insanı kedere sürükleyen durumlar. İki sevgili birbirinden ayrılır, taraflardan biri daha çok kırılır daha çok üzülür, fakat daima içinde mümkün değilse de gidenin geri geleceğine dair deruni bir umut taşır; işbu bu umut sözkonusu ayrılık kendisini sarsmışsa da onu ayakta tutar. Fakat ölüm ise hiçbir umuda izin vermeyen kesin ve net bir ayrılıktır. Ölümün korkutucu gerçekliğini biz canlılarda hafifletmek isteyen birçok din sonradan yaşam adı altında reenkarnasyon ve cennet gibi masallar üretir. Bunlar sakinleştirici etkisi olan anti-depresanlardır. Korkuyu dindirir, endişeleri hafifletirler. Peki ya, tanrıya inanmıyorsak?

Tanrıya inanalım, inanmayalım, bütün kültürlerde ölenin ardından kalanlarca yas tutulur ve bu yas ritüelleri yakınlarını kaybetmiş olanların etrafında kolektif bir destekle periyodik olarak yerine getirilir. Kendi içinde bulunduğumuz baskın kültürümüzü düşünürsek sözgelimi birinci gün defin olur, yemekler yenir. Üçüncü gün, yedinci gün, bkz. kırkı çıkmak derken birinci yıl sonunda mezarın üstü mermerlerle, demirle, çiçekle kaplanır. Artık kaybedilenin kaybı kabul edilmiş ve ona yokluğun kıyafeti giydirilmiştir. Hepten unutulmaz, sızı daima kalır. Bir fotografta kalır, bir şarkıda, bir seslenişte. Kalır gidilen bir yerde, sevilen bir yemekte. Anılarda kalır, ki zaten bilinirse ten ölür can ölmez. Sızı hep baki kalır. Tüm bu ritüeller gerçekleşirken feryad ve isyan edebiliriz. Ölümü kabullenmemek hak değil de, tercihtir. Lakin geçmişte tökezlenip, kalınmış bir hayat da yaşanmış sayılmaz. Ölenle ölünmez doğrudur, yalnızca sakat kalınır. Yas bu gerçekliğin süreçte anlamlandırılmasıdır da bir bakıma. Doğa karşısında olgunlaşma sınavıdır. Peki ya, yas tutmayı beceremiyorsak? Bu kabul verme-olgunlaşma sınavında başarılı olmak istemiyorsak?  Yokolanın yokluğunu varlığıyla değiştirmekte inat ediyorsak? Üzerinde toprak parçasıyla kurumuş otlar, solmuş çiçekler var olarak değil de, bizi hala öpüyor, seviyor ve bize sarılıyor olarak görmekte diretiyorsak? Diyelim ki hayat bir tren ve Ölüm de kaybettiğimizin biletinin tek gidiş olduğunu ısrarla vurgulayıp, onu bu trenden atmak isteyen kurallara sıkı sıkıya bağlı bir kondüktör… Hani biz, rıza gösterip yas tutması istenen biz, tek yön gidişleri kabullenemiyor da, biletinin gidiş-dönüş olduğunda ısrar ediyorsak? Yas ritüellerinin periyodik bir düzeni vardır da, duyguların sistematiği yoktur. Acı asla askeri nizamda ilerlemez. İşte DOT’un mis gibi oyunu Şafakta Buluş Benimle’nin iki karakterinden yarısı olan Robyn biz okur-izleyiciye tam da düzenli bir işleyişi olduğu varsayılan o kırılgan yerden “Yas diye çok tuhaf bir yer var, oranın kuralları bambaşka”dan konuşuyor.

sbb15-K.jpg
Robyn’in yas dediği o tuhaf yere varmadan evvel, üstte yazdıklarımızı meseleyi toplamak adına, yani Bir ve Tam olma halini ve Biz’i katıp, İlişkiler’e dair de birkaç kelam ederek oyunun üzerinden görelim.

Oyun tanıtım yazısında ‘Robyn ve Helen korkunç bir tekne kazasının ardından kendilerini ana karadan kopmuş bir kum adasında bulurlar.’’  yazıyor. Baştan söyleyeyim bu bilgi bizi yanıltıyor, hem de güzel bir şekilde yanıltıyor. Oyun iki ana kısımdan oluşuyor diyebiliriz. Nasıl ki Robyn ve Helen’in tekneleri alabora oluyor da kendileri akıntıya kapılarak ıssız bir adaya düşüyorlar,  ( iradeleriyle şehir rutinini kırmak için küçük bir eğlenceden, iradeleri dışında hiç bilmedikleri ıssız adada büyük bir endişeye geçmek ), metin de öyle alabora oluyor. Oyunun güzelliği şurasında: Mesele itinayla, hiç acele etmeden kat kat açılıyor, birkaç sürpriz ve özenle bırakılmış belirsizliklerle bizi büyülüyor. Önce iki arkadaşın adaya düştüğünü görüyor, sonra bu kişilerin sevgili olduğunu öğreniyoruz. Oyun tek perde, ilk parçası dediğim bölüm oyun tanıtım yazısındaki bilginin de etkisiyle olsa gerek duruk geçti benim için. Çünkü bütün söyleneni görmüş olduğum ve mesele kalmadığı hissine kapıldım. Evet, adaya düşmüşlerdi, evet bir kadınla karşılaşmışlardı. Ee, bu oyunun derdi ne? Dot Tiyatro sadece böyle ıssız adaya düşsen yanına alacağın üç şey tadında bir oyun mu sahneliyordu yani? Sanmıyorum, ama napalım, madem öyle peki, adadan çıkacaklar mıydı? derken aslında sabırsız davranmışım. Meselenin adadan çıkmak olmadığı Robyn’in adada yanlarına geldiğini söylediği kadını daha önce gördüğünü söyleyip bunun üzerinde inatla durmasıyla, hikâye değişmeye başlıyor. Meğer izlediğimiz gittikçe büyüyen bir şiir ve yükselmekte olan nefis bir gitar konçertosuymuş.

İki karakterin bir yarısı Robyn demiştik, diğer yarısı da Helen. Biri bulunduğu alana çiçekli şifon elbisesiyle baharı estirir, kedersizliğin ışıltısını saçarken; diğeri siyah pantolon, beyaz tişört ve uzun gri depresyon hırkasıyla neşesizliğin kasvetini yayıyor. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. İyimser ile kötümser. Biri olmaz’ı olur, öbürü olur’u olmaz kılmakta diretiyor. Aydınlık, karanlık.  Biri uzakta bir kara parçası görüp umudu yükseltirken, diğeri ‘orada hiçbir şey yok, kara bulutlar’ onlar diyip çaresizliği baskın kılıyor. Bunun adına da ilişki deniyor.

Ben de başka bir isim vermeyeceğim. Evet, ilişki dediğimiz şey aslında tam da bu uyumsuzlukta saklı. Çatışmalar, ikna etmeler, rıza almalar, onay bulmalar; ilişkiler, ilişkilerimiz. Bizim kadim ve büyük savaşımız. Oyundaki ana kırılma anlarından biri de Robyn’in Helen’e sinirlenip ‘’senden nefret ediyorum’’ demesi ve ardından Helen’in de buna mukabil nefretini dile getirmesi. Böylece geçmişte sünger çektikleri bütün problemleri bir bir ortaya dökmeye başlıyor, yüzleşme anaforunun içine doğru sürükleniyorlar. Şairin dediği gibi ‘’Sesinde ne var biliyor musun/ Söyleyemediğin sözcükler var’’ vakti. Söylenememişlerin söylendiği, söylenmişlerin değiştirildiği, geçmişin eğilip büküldüğü, bükülmüşün geçmiş kılındığı gergin vakitler. Öfke haliyle  – içte- hor görülüp, rahatsız olunmuş, fakat – dilde – hoş görülmüş bütün hâllerin dökümünün yapıldığı vakitler. Şu huyuna kırgın, bu huyuna dargınımlar. Bütün ilişkiler namına soralım: Peki, madem öyle neden bir aradadırlar?

Çünki birbirlerinden nefret ederler fakat bir o kadar da hayrandırlar birbirlerine. Çünki birbirlerinin olmak istedikleri halleridirler: Birinin aşırı kontrolcülüğü diğerinin çocuksu düzensizliğine iyi gelirken, diğerinin çocuksu umutluluğu ve kaygısızlığı diğerinin hep endişe duyan tarafını sağaltır. Kendilerinde olmayanı karşılarındakinden alıp, kendilerinin kılacakları yanılsamasıyla mutlu bir sarhoşluk içindedirler. Negatif ve pozitif birbirini nötralize eder: Denge. Sarmal bir döngüdür bu, ikiliğin çiftleşmesi. Yara merheme, merhem yaraya karışır: İki zıtlık da birbirine dönüşür, birbiri olur, birbirinden geçer: Yok sayıldığını hisseden varlığın onaylanmasıdır bu. Karanlık aydınlığı döller, aydınlık karanlığın tohumunu büyütür. Eksiklik kendinde olmayanı bulduğunda sahip olana o sahip olunandan ötürü farkında olmadan hayranlık duyar. Aynı zamanda o kendisinde eksiklik hissi yaratan şey diğerinde olduğu için de her an nefrete, öfkeye hatta saldırıya dönüşebilecek bir kıskançlığı da barındırır içinde. Trajik bir birlikteliktir bu: siyah beyazın yansıtma, beyaz da siyahın emme gücünü arzular. Birbirlerinin imkânlarına özenirler, işte ben’i bir nebze de olsa pasifize etmeyi bilenler birbirlerine yok etmeden, birbirlerinden çalmadan, siyah ile beyazın muhteşem uyumuna erişebilirler. Fakat alttan alta şu bilgiyi de farkında olmadan derinlerinde taşırlar ikiliğin her iki özne-nesnesi: Kendilerinde olmayanı olandan almak için eksiklik-yetersizliğin verdiği zehirlenme motivasyonuyla birbirlerini parçalayıp, birbirlerini öldürebilirler de. İlişkiyi oluşturan nedenler yıkacak olanlardır da. Ama bunu ‘ aksi bir durum’ söz konusu olmadıkça yapmazlar. Aksi durum derken taraflardan birinin ötekine duyduğu arzunun sönümlenmesi yahut herhangi bir konuda ortaya konulan fikre zıt-ölümcül karşıtlıklar getirilmesi. Sözgelimi basit bir çaya şeker atmam/atarım, yemeğe tuz koyarım/koymam durumları bile ateşleyici olabilir.

Arzu sönümlenmesi demişken mesela âşıklar birbirileriyle ezelden beridir olduklarını hissine kapılırlar. Ezelden gelmişlerdir ve ebediyete değin sürecekmiş sanırlar. Dünyadan soyutlanmışlardır, çünkü farklıdırlar. İşte böylesi halde karşı tarafın arzusunu kaybetmek demek, ölümle eşdeğer, yani ayrıcalıklı konumun yitirilme olasılığı mevcut tüm rolleri tersine çevirmeye yeter de artar bile; aşk-antlaşma taraflarından biri vazgeçmiş, kriz patlamış düzen bozulmuştur. Dolayısıyla terk edilenin belleğinin karanlık ve tozlu bölümlerinde asılı duran silahlar patlamayacaktır. Çünkü öncelikle o eski ayrıcalıklı konuma yükselmek, kaybettiğini tekrar kazanmak isteyecektir. Başaramazsa tüm söylemediklerini kusarcasına itiraf edecek, kendisinden çalınmış tam’lığın ve bir’liğin yokluğuyla eksik-yetersizlik hissiyle onu yok etmek isteyecektir. Hasılı kelam, hayran olunan katili olunacak olandır da. Nefret edilen aşığı olunacak olan; aşığı olunan düşman görülecek olan bir bakıma.

İlişkinin tarafları sezgisel olarak farkındadırlar ki bu öldürebilme gücü ve bunun yanında kaybedecek olmanın kaygısı ses çıkarmadan otların arasından süzülen birer çıngıraklı yılan gibi ilişkiye eşlik eder. Çünki şöyle de böyle de mutlu giden bir ilişki güzel bir aynadır ve hiç kimse kendisini güzel gösteren aynayı kırmak istemez. Pamuk prenses masalında Cadı ile aynanın konuşmasını hatırlayın: Ayna cadıya güzelsiniz dediği sürece her şey yolundadır, ta ki senden güzeli var, Pamuk Prenses diyinceye kadar. Cadı aynayı parçalar. İşte ölüm de böyle bir hakikat yıkıcıdır. Peki, ayrılığın çareleri vardır da, ölüm gibi keskin bir kılıcın tedavisi nedir?

Ayrılıkta öfke nesnesi bulabilir, fakat ölümde ne yapar insan? Yası tutmak değil de, meydan okuma isteğini neyle doyurur? Şafakta Buluş Benimle’nin karakterlerinin yarısı kendine kapanıyor, içine. Öfkesini varlığına yöneltiyor. Evden çıkmıyor, hava geçirmeyen naylon bir yalnızlığa hapsediyor kendini. Rüya mı gerçek mi, adada mı hayalde mi, terapi mi anımsanan mı, uyku mu uyanış mı bilemediğimiz bir oluşta saçlarının arasında güve buluyor. Bunu diğer yarısına gösteriyor. (Tekrarlayalım: Robyn bir yarım, Helen bir yarım.) Teknenin alabora oluşundan sonraki adaya uyanışta fark ediyor, hatırlarsanız oyunu iki bölüm saymıştım, ilk bölümdeki ada gerçekliğinin kırılıp, sorgulandığı anlardan birisi de o güve. Çünki diyor ki ‘’saçlarım ıslak, ama güve kuru.’’ Güve nerede oluşur? Havasız, kapalı ve kirli  ortamlarda…

Oyunun bütünü içinde anlamlı kılınıyor elbette bu kesitler, işte orijinal adı ‘’Meet Me At Dawn’’ olan metnin yazarı Zinnie Harris’in mahareti de burada. Ne güzel açıyor hikâyesini, sonu bilmeden başı anlamsız kalıyor, ortasını görmeden öncesi sönük, başını bilmeden sonu parlak durmuyor; hepsi bir bütün olarak oyunu izledikten sonra şahane hissi uyandırıyor, anlamlı ve ışıltılı duruyor. Oyunda zamansal geçişler mevcut, fakat sık değil seyrek; anımsamalar şimdiden, şimdi geçmişten rol çalıp duruyor; sonra bir şimdide iken başka bir şimdi çıkıveriyor; önce şimdi bildiğimiz şimdi şu an olmakta olan geçmişe dönüşüveriyor. Hangisi düş hangisi kaygı, gerçek miydi yoksa değil miydi ayırt edemiyorsun. Bir yerde adada karşılarına çıkan kadını hatırladığını söyleyen Robyn o kadını evinin önünde de gördüğünü söylüyor mesela. Yazar Harris güzel bir bul karayı al parayı oyuncusu, eli çok hızlı değiştiriyor. Buldum sandığın kayboluyor, tuttum sandığın avuçlarından kayıp gidiyor. Nihayetinde, ‘’güve’’ de ‘’yaşlı çöpçü kadın’’ da o yas denilen tuhaf yer’e ait.

Güveler kapalı, havasız yerde yaşar dedik. Adada Robyn elinde görünce ıslak olmadığını fark ediyor, bu oradaki gerçekliği kırıyor. Güve kıyafetlere, yiyeceklere musallat olur; işleyişi bozar, aynı görevi adada Robyn’in ıslak saçlarında kuru bir biçimde ortaya çıkarak da yapıyor. Yas tutan kaybedişi kabullenmiyor, kendine bir gerçeklik yaratıyor, fakat o gerçeklik kuru bir güveyle deliniyor. Ölümün hakikati sızıyor, ışık karanlığı döllüyor. Kuraldır: Yas tutan kozadan çıkmıyorsa, koza delinir; yaşam dışarı çağırır. Mesela güve gibi bir diğer ‘’sızıntı’’ yaşlı çöpçü kâhin kadın aslında yas tutanın olmaktan korktuğu kişi. Ölenin ardından şimdi’yi öyle kaçırmıştır ki, böyle gidersen böyle olur der gibi geleceği ona yaşlı çöpçü kadın tiplemesiyle el sallamaktadır.

Jean Paul Sartre’nın İş İşten Geçti İsimli bir ince romanı vardır. Ölümden sonra tanışan bir çift, ilişkileri dışındaki dünyevi her türlü meseleyi es geçip aşklarını yaşamaları için yirmi dört saat süreyle tekrar dünyaya gönderilirler. Başaramazlarsa tekrar ölüler bölgesine alınacaklardır. Başarıp başaramadıkları buranın konusu değil, getirmek istediğim Şafakta Buluş Benimle oyununda da bir dilek hakkı üzerinden âşıklar Robyn ve Helen’i bir gün yani yirmi dört saat süreyle bir araya getiren durum. Başta şikâyet eden, mızmızlanan, kaygılı Robyn’ken şimdi Helen’dir. Roller bat! Tekne alabora. Sartre’da olduğu gibi burada da olay o bir günü yaşamaktan ziyade pespembelikten simsiyahlığa kavgaya, gürültüye dönüşür. Esasında -başta değil de sonda kavradığımız için- bu bir yastır ve kaybın yokluğunun ağırlığı altından kalkabilmek yoğun bir yüzleşmeyi beraberinde getirir. Kılıçlar çekilir, hesaplaşırlar. Daha önce biz denilen yuva, bizim denilen bahçe, bizim köpeğimiz benim bahçem, benim köpeğime dönüşür. Yüzleşme faydalı olmuş, Yas’ta aşama kaydedilmektedir. Sartre ölmüş çiftleri tekrar dünyaya gönderip ‘’iş işten geçti, bitmiş bir oyun tekrarlanamaz’’ dedirtirken; Harris ölenlerden – terapi mi rüya mı yoksa başka bir şeyle mi- bir tanesini dünyaya geri getiriyor ve ölenle ölmeyip, sakat kalmış olana iyisiyle kötüsüyle yüzleşme fırsatı vererek ‘’iş işten geçmedi, artık yürüme zamanı’’ dedirtiyor. Ölüme sınav başlatan eylem, doğaya da sınava tutan demiştik: Robyn’in büyüdüğüne, sınavdan geçip, olgunlaştığına tanık oluyoruz. Yas hakikaten tuhaf bir yer: Kaybettiğin sevdiğine daha çok yakınlaşır, onun hatıralarıyla taşarsın, oysa yakınlaştıkça o senden daha da uzaklaşır. Ölümünü kabullenmediğin sürece, ki bunu sevginden yaparsın, onun uzaklığı senin ona olan kızgınlığını da arttırır. Bir nevi ölmüş olarak seni birlik ve tamlıktan mahrum bırakmış, senin olduğunu sandığın şeyi senden çalmıştır. Sözgelimi Robyn Helen’e ölmeseydin, saçlarını motordan çekseydin sen de, der. Hâsılı kelam, bir dargın bir barışık, yas garip, çok garip bir yer.

sbb52-K.jpg

OYUNUN İÇİNDEN

Dekor bir teknenin kesiti, dörtte biri. Bir masa ve sandalye, teknenin dümen bölgesi. Arka fon oluşturan ve metinle birlikte duygulara yön veren değişken renkler. Parlak-ayna zemin teknenin alabora oluşunu simgeliyor. Ters yüz. Hikaye dümendeki kişinin yani Robyn’in monologuyla başlıyor. Önce iki sevgili-arkadaşın gezintiye çıktıkları teknenin alabora olduğunu anlıyoruz. Sonra çiftlerden birinin öldüğünü. Oyunda zamansal kırılmalar da var diyebilir, oyun hepten bir rüya veyahut terapi esnasında olmuş olanların canlandırılması da diyebiliriz. Uzunca bir süre durgun akan bir biçimde iki kişinin teknenin alabora olması sonucu akıntıyla sürüklenerek bir adada mahsur kaldıklarını görüyoruz. Aslında sanıyoruz çünki metin öyle bir alabora oluyor ki o ana kadar olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında bir anımsama, üstelik bir canlandırma olduğu kanısına varıyoruz. Oyuncular metne, metin oyunculara biçilmiş. Kendi aralarında da kontrast sağlıyorlar. Soğuk ve sıcak gibiler. Oyun sonundan doğru bakılınca kıyafet seçimleri de karakterlerini düşününce gayet yerinde. Oyunculuklar ikisi de temiz ve güzel, Helen’i canlandıran Berfu Öngören zaten bildiğim ve beğendiğim bir oyuncuydu, burda da epey kendinden emin, sakin ve iyi. Fakat Robyn’i oynayan Esra Ruşan’ın öyle enfes bir yükselişi var ki mutlaka görmelisiniz. İlkin gözdem Helen iken sonra Robyn oldu. Metin, oyuncu, yönetim; süprizli, kuvvetli ve sade birliktelik. Velhasılı kelam, oyun nefis. Rodrigo’nun gitar konçertosu gibi diyorum, gidin oyunu dinleyin. Hadi öpcük.

Ha, az kaldı unutuyorduk. Bir soru sormuş, asılı bırakmıştık. Kuş bakışı baktığımızda yazar kendisinin olan ifade gücünü başarılı bir şekilde kullanmış, oyuncular oyun oynama arzularını doyasıya yerine getirmiş, yönetmen kendisinin olan alanı gayet iyi çizmiş, sahi diyorum ne yaparız bizim olanı korumak için?