Bir Oyun, Yuva – B Planı; Anlaşıldığın Yerdir Yuva.

YUVA – B PLANI

                           “(…) Kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına.”

 

Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” geçer Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanında. 

Anlaşılmadığını düşünmek yahut fark etmek üzücüdür, kırıcıdır. Bu bazen çevremizdekilerin anlayışsızlığından bazen de kendi içsel kısıtlamalarımızdan kaynaklanır. Ama kökeni ne olursa olsun kendini hiçbir şekilde anlatamamaksa kahreder. Hayal kırıklığıdır, kimi zaman da isyana değin süren yoğun bir ızdırap. Buradayızdır, varızdır, ama yokuzdur; mış gibi var olmak. 

B Planı’nın Yuva oyunu bu mış gibi varoluşlara odaklanıyor. İki kardeş ülkesindeki savaştan, biri cinsel kimliğinden, biri de müzik tutkusundan ötürü sürgün dört kişi tesadüflerle bir araya geliyor ve biz onların anlatma ve anlaşılma çabalarına tanık olurken, ifade ihtiyacının evrenselliği ve bir o kadar da yaratıcılığa müsaitliği önümüzde salınıp duruyor. Sami Berat Marçalı yaşarken anlaşılmaya mecburlara dokunaklı ve iç içe geçmiş parçalı bir anlatıyla fırsat veriyor ve bu doğrultuda evrensel ihtiyacın yazma edimiyle buluşması sonucu derdini sahneye başarılı bir biçimde taşıyabilmiş. Yazarı anladık. Peki, ya karakterleri ne yapıyor? Birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir mekanda. İşte herkes bu kadar mahir olamıyor iletişim konusunda. Ya hiç konuşmuyorlar ya da sözün pek hükmünün olmadığı vücudunu söz kılan bir primata dönüşüveriyorlar. İşte ilkel yahut uygar: Anlatmak ve anlaşılmak. Ötekine dokunabilmek. Değişmiyor. 

İngilizce bilmeyen iki kardeş Amerika’ya denizden düşüyor. Deniz arzudur, lakin her arzu hayal kırıklığını da beraberinde taşır. Amerika’ya düştüklerinde rasgele bindikleri göçmen taksici ve akabinde yaşadıkları bir kaza sonucu iki kardeş birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Acı. Küçük bir kargaşa sonrasında bakıyoruz ki abla taksiciyle kalmış, otistik erkek kardeşiyse taksinin çarptığı eşcinsel erkekle. Dalgınlığımdan değilse oyunda karakterlerin ismi yok. Bu da yazarın kendini ve meselesini özgür bırakması demek. Çünki isimler kimi zaman sınırlayıcı zararlı birer koddur. Kişinin yaşamsal pratiğinin önüne geçen ön yargılardır. Sözgelimi ben buna pozitif yahut negatif olarak çok maruz kalıyorum. Hüseyin Ali. Direkt bir Alevi uyarıcı. Aleviler kimileri için sevimli kimileri için tehlikeli. Üzerimde soyut bir uyarı levhasıyla dolaşıyorum yani. Oyunda kardeşlerin kopmasına sebep de böyle bir kod. Taksici göçmen ve kaçak olduklarını anladığı bu iki kardeşten “bomba” kelimesini duyduğunda panikle direksiyon ve yol kontrolünü kaybettiğinden kaza meydana geliyor. Yaşamda var olan ama bir türlü toplumsal alanda görünürlüğü arzulanır olmayan ötekilerin de ötekisi eşcinsele çarpıveriyorlar. Manidar. 

Müzik tutkusuyla Amerikaya gelmiş fakat gündüzleri balıkçılık geceleri taksicilik yapmak zorunda kaldığından, müziğe, yani belki de hayattaki tek ifade olanağına küsmüş göçmen bir taksici. Bu küslük bu bastırma yüzünden belki de sürekli öfkeli ve hararetli konuşması. Aktör olmak isteyen fakat ailesinde olduğu gibi sahnede de “yumuşak” bulunduğundan bir türlü kabul görmeyen ve tesadüf eseri “yine” kendisini hem anlamayan hem de yanıtlayamayacak olan fakat “dinleyecek” bir kişiyle başbaşa kalmış eşcinsel birey. Bu yüzden belki de arzularından ötürü özür dilemesi ve kırılgan olması, anlaşılamamanın duvarlarına çarpıp durması. Ülkeleri savaşta bombalandığından ailesinden geriye bir tek dediklerini anlamadığı otistik kardeşi kalan ve onu da kaybetmiş bir abla. Koca evrende yapayalnız köksüz kuru bir dal olmaktan korkması, bu gizden belki telaşı. Yazarın da içindeki dinmek bilmeyen çığlığın ve anlatma iştahının yansıması olduğunu düşündüğüm hiç konuşamayan fakat kendini bazen yazarak yahut çizerek anlatan otistik erkek kardeş. Her yazar dile hakim olduğu kadar dilden mahrumdur da; hakimiyeti mahrumiyetinden, dile getirilmeyen getirilse de dinmeyecek acıların çokluğundan doğar. Ol travmalardan ötürü konuşmadan mahrum otistik kardeş kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına. 

Hasılı kelam hayatın serüvene çağırarak yuvasından ettiklerinin dinmeyen huzurlu bir çatı arayışlarının hikayesi olup, dilin yakınlaştıran olduğu kadar uzaklaştıran ve kutuplaştıran da olduğunu ortaya koyan tüm ayrıntıları ve de etkili performans gösteren oyuncularıyla “Yuva” güzel bir oyun. Nokta. 

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

                                    “Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda ‘ustalıklı’ paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.”

Ama Babacığım

BİRİNCİ BAB:

“Baba ben bir hiçim! Ben bir hiçim, baba. Bunu anlayamaz mısın? İnat falan kalmadı artık. Neysem oyum, hepsi bu. Tanrı aşkına gitmeme izin verir misin? Bir olay çıkmadan şu sahte rüyanı alıp yakar mısın?” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Günümüzün bir an evvel Ulusal Meclis gündemine alınması gereken güncel sorunlarından biri “ebeveynler ve evlatlar”. Karşılanamayan beklentiler, yükseltilmeyen itibarlar. Hayat yolunda trajikomik bir halef ve selef sürtüşmesi. Yetecek miyiz, aşacak mıyız yoksa düşecek mi..? Ebeveynler ve uzantıları; bireyler ve öncülleri…

Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz, babasının amansız eleştirelliğini anlatıyor, üstün kusur buluculuk meziyetini hani. Yapıcı değil, yıkıcı; eleştirinin ıslah eden merhametlisinden değil, mahkeme kurup cezaevine yollayanından yani. O gizil alaycılık. Sorsan, kasıtlı değil; bilinçdışı bir aşağı çekme arzusu. Takdirde utangaç ve cimri; kıyımda hunhar ve cömert. Aynısının bir benzeri bende var, kimde yok ki? İstisnaları unutuyoruz, lütfen.

Arkadaşımla sohbet esnasında ona “Bir de şöyle düşün” diyorum “Babanla bu çatışmalar aşağı yukarı ergenlikten beri olsa, 15 yıldır takdir etmeyen bir baba var ortada. Bir de 15 yıldır takdir edilmeyi bekleyen oğul. Birincisini değiştiremiyorsun, peki ya ikincisi..?” O an aklıma estiğince konuştuğumuz bu şeyler bende de bir ışık açmıştı: Çünkü her telkin biraz da, söyleyenin kendi kendisine dedikleridir de. Hakikat sırıtıyordu: Öyle bir noktaya varmıştık ki, yüzleşmenin eşiğindeydik. 

İşte Galata Perform’un taze, gevrek ve sıcak yeni oyunu Tato Baba’nın Frannio’su hiçbir zaman bu yüzleşmeyi yaşayamamış ve hesaplaşma arzusu babasının cenazesinde ortaya çıkıvermiş çaresiz, üzgün ve kırık bir genç. Fail ölü, maktül hayatta, yara kanamaya devam ediyor. Oyun cenazeyle başlıyor ve biz Frannio’nun anlatımına paralel onlarca farklı karaktere bürünen diğer oyuncularla beraber doğumundan bugününe dek geliyoruz. O anlar boyunca özdeşleşmenin yasaları beliriyor ve yaraları yaramız, umutları umutlarımız oluyor. Güldüğünde gülücük, ağladığında gözyaşı saçıyoruz.

Oyunun ekseninde Polonyalı despot bir baba ve ailesi. Lakin mesele lokal değil,  global. Sevilmemiş olan, sevgi veremez. Kurban kurbanı doğurur ve büyütür. Dünyada insan olan bütün koordinatlarda bu böyledir. İbsen’in Nora’sındaki bir replikten mülhem dersek, dedelerin ve nenelerin günahları torunlarına geçer. Konuyu esnetmeden merkezi oyunda tutmaya çalışırsak: Babalar baba olmazdan evvel bir oğuldur da, yani böylesi bir karakter için dersek: Mağdur.

Katı hristiyan ahlakına ek olarak dayatmacı sert Sovyet sistemiyle buluşmuş bir Polonya’da bütün erkekler dimdik olmalıdır. Aile toplumun çekirdeğiyse ve ana düşünce hep ele güne karşı birlik, dirlik ve diklikse, babayı da bu çekirdeği sürekli olarak “lik” tutma kaygısı sarar. Kaygıysa elbette bulaşıcı ve zehirleyici. Franio da babası gibi zihniyet zehirlenmesi mağduru. Bu, çevreye karşı sevgiyi es geçmiş, yarışçı-düşmanca bir dünya algısının sonu başka Ne olabilir ki? Baba yahut anne tüm eksikliklerini evlat ile kapatmaya çalışacaktır ve kaçınılmaz olarak bu da çağdaş hastalığımız yetersizlik hissini doğuracaktır. Ha kimi zaman da mesnetsiz aşırı yeterlilik hissini yahut şaşkınlıktan ölü taklidi yapan bireyimsileri; lakin konumuz bu son ikisi değil, sadece ilki. Eric Fromm Sevme Sanatı’nda “Bize çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının, çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek ‘sevgisi’ne inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz ‘etken ilgi’dir.” der. Hangi ebeveyne sorarsak soralım, klişedir: “her şey evlatlarımızı sevdiğimiz için.” Lakin sevmek bir sanattır ve biz, istisnalar kaideyi bozmaz, dünyalılar kalben sakatlar ordusuyuzdur. Kimimize fazla su, kimimize az güneş, kimimize de tam tersi yahut orta karar bir şeyler işte… Bebek Frannio’nun iletişim, ilgi ve sevgi görme çabası kabuk bağladığımız yerin ta kendisidir. Sevmişlerdir, üstümüze titremişlerdir, evet ama bizi yanlış sevdiler. Olmuşla ölmüşe çare yok, önümüze bakmalı diyenlerimiz çıkabilir. Evet, öyle de, fakat düzgün yürüyebilmemiz için önce neden topalladığımızı bilmemiz gerekir. Geçmişin hep yarına gelmeye can atan bir hayalet olduğunu unutmamalı. Yoksa bugünü daima boşa çıkartan “suçlu geçmiş-kurban ben” algısı değil savunduğumuz. Maksat şu: gerekli tahlilleri yapıp, ondan sonra huzurla ilerleyebiliriz. Tato Baba bu anlamda da güzel, tetikleyici ve doğurgan bir laboratuvar. Perde kapandıktan sonra da devam ediyor…

Birçok oyunda veya örneğin İbsen’in Nora Bir Bebek Evi oyununda bir karakterin evrilmesini görürüz: tutsaklıktan serbestliğe geçiş. Baba evinden Koca evine; bir büyümeme tarihi. Sonrasında Nora’nın başına neler geldiğini bilmeyiz, lakin kapıdan çıkmış olması o mutlak muğlaklığı aşıp, umut, güç ve ilham verir bize. Aynı hissiyatta olan bizler ablukayı yarar, kapıdan Nora ile birlikte vakur çıkarız. Her evlat bir tutsaktır da bazen ya, Tato Baba oyununun ise böylesi bir katarsis’e varan derdi yokmuş gibi görünse de, sadece ölmüş bir babaya feryat olarak da okunabilir, fakat esas önerisi Frannio’nun korkularında, yaralarında ve travmalarında gizlidir. Anlamış olduğumuz şu: – Dün yarının harcıdır: Yani yapılmış olanlar yapılmasaydı… Bugün çekingensek, dün hareketimiz kesildiğindendir bu. Franio silik bir nesne olarak da devam edebilir hayatına, etkin parlak bir özne olarak da… Bilmeyiz. Tato Baba nostaljik bir dezenformasyona maruz bırakarak, muhasebe yapılmasına yol açar ve önümüzde artık şu sonuç vardır: Yarın’da var olmak iradesi her bireyin kendisinde saklı ya, ağlak bir kurban olmayı seçebilir kimimiz yahut ‘sadece bugün’ şiarıyla cesur bir kahraman olabilir kimimiz. “Ya bir yol bul Ya bir yol aç”* yoksa öylece kal, kalabilirsen…

 

Babasız Kızlar Balosu

İKİNCİ BAB:

Bu cumartesi baba, bu cumartesi, sırf senin için topu tek başıma taa karşı kaleye kadar taşıyacağım.” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Peki, öldükten sonra da yaşama kudreti olan Baba’ların bu gücü nerden gelir? Bir baba nasıl öyle buharlaşmaya müsait olmayacak biçimde katı olur? Birincisi toplumsal beklentileri karşılamak, bir rolü yerine getirmekse, ikincisi (oyunun yönetmeni Yeşim Özsoy’la sohbetimde öğrendiğim, onların metne doğru müdahelesi sonucu belirginleşmiş ) bir diğer gizil otorite anne’nin pasif iktidar arzusu veya türün devamlılık zincirinde kendi hakimiyet alanını koruma çabasıdır. Dışarda avcılık eden babayı evlatlar nezdinde korkuluğa dönüştüren annedir de biraz. Ye oğlum, yemezsen baban kızar; otur yerine baban duyarsa mahveder. Lokalden globale diyoruz ya işte sözgelimi bu öcü baba bize tam da otoriter-ulus devlet mitlerindeki “dış mihrak” mefhumunu gösteriverir. Ama tersten bir anlamlandırmayla: Tehlike dışarıdan içeriye bu sefer iyilik için gelir. Yönetmeye yetmeyen anne, babanın kudretli fallusundan yardım alır. Oysa baba “iyi”dir de, sadece beceriksizdir çünkü Sevme Bilgisinden mahrumdur. Sözgelimi oyunda bir yerde baba ile oğulun başbaşa kaldığı ve “tavşan”ın baş karakter olduğu “vahşet” hikayeleri anlatılır baba tarafından. Tavşan sevgidir, masumdur, şefkat uyandırır. Frannio’nun babasının derinlerinden bir komut gelmektedir: Erkek “yumuşak” hikayeler anlatmamalı, anlatamaz. Burada ayrıca, oyunun bir çok yerinde olduğu gibi, genelde dini anlatıların özelde hristiyani anlatının sevgiyi ve ahlakı korku, şiddet hikayeleriyle aşılamasına gönderme vardır. Sert erkeksi bir kültür erozyonu ile karşı karşıyayız işte. 

Sözü toplamış olmak için, Tato Baba sezonu kapattı fakat gelecek sezonda planlarınız arasında mutlaka olsun. Bir oyundan veya bir romandan yahut filmden ne bekler bir insan? Mesela benim için sonunda o sevdiğim “oyalanma”ya çıkacak bir biçimde kıstaslar “bilgi, ruhani haz ve eğlence”dir. Galata Perform’un Tato Baba’sı, yazarı Artur Palyga’nın yüksek anlatma iştahına koşut, bazı metinsel fazlalıklarına rağmen beni doyurdu, “oyaladı”. Oyun esnasında karar veremediğim tek şeyse ekibin farklı oynayış üslupları barındırmasının doğruluğu yahut yanlışlığıydı. Sözgelimi Frannio’u oynayan Erdem Kaynarca’nın taşıdığı baskın dram, Onur Gürçay’ın oynadığı babanın esnek ‘tipleme’ hali, Özge Korkmaz’ın canlandırdığı annenin groteske varan kurmaca bebekliği ( ayrımcılık yapayım en çok o karakteri beğendim ) ve birbirinden farklı nesne yahut kişiye bürünen diğer oyuncular Ceren Demirel, Akant Çetin, Serhat Gücüm, Baskın Sarp’ın dinamik ve bir o kadar da skeç’e içkin tatlış ve şapşik aşırılıkları… Şimdi bu yazıyı yazmaktayken düşünüyorum da, aslında bu “tercih edilmiş doğru bir hata”.  Hani hayat da biraz biz dramımızı yaşarken akıp giden sirk değil midir? Franio ipte yürüyen tel cambazının gerilimi ise, diğerleri elbette aşağıdaki şaşkın ve savruk cümbüş olacaktır. Yukarıdan aşağısı daima gülünçtür ve sonuçta izlediğimiz iki saat boyunca Frannio’nun anılarıdır. Babası ölmüştür, fakat o – bugünkü kendini meydana getiren anılarını – anlatarak yeniden doğmanın yolunu farkında olmadan açmıştır. Bir bakıma anlatmak isimlendirip öldürmektir de hani, yılanın kabuğundan sıyrılıp yeni bir kabuğa erişmesi. Oyunun başında içi görünür olan tabut, parçalar (anılar) yerine otura otura kapalı bir hal alır. Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda “ustalıklı” paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.” Yönetmeninden ışıkçısına, böyle değerli bir seyire ve ardından gelen yazıya sebep oldukları için, emeği geçen herkese teşekkürler.

Hamiş: Gazi Meclis’in bir an önce toplanması elzem, yoksa sevgisizlikten çürüyeceğiz. Kalben sakat olanlar, kalben sakat kuşaklar getirir. İstisnaları unutun, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve banka kredilerini de, borsayı, dekorasyonu ve instagramı da unutun, hükümet amasız şartsız Sevgi Bakanlığı kurmalı, hatta “Sevme Sanatı ve Sevmenin Grameri” okullarda zorunlu ders olarak konulmalı. Ve Galata Perform’un Tato Baba’sı iyi oyun, izlenmeli.

*Kartacalı Hannibal