‘’ölüyoruz demek ki yaşanılacak…’’
İsmet Özel
Sıradan bir eşya, silik bir görüntüydüm. Birini öldürmeli yahut çocuk doğurmalıydım. ‘’Burdayım, buradayım, burada!’’ diye bağırıp pazarlarda, otogarlarda yahut kent meydanlarında gözyaşları içinde koştururken geçmekte olan herhangi birine sarılacağım günlerin yaklaştığını hissediyor, korkuyordum. Üstelik bu sarılacağım bir insan değil, eşya bile olabilirdi.
*
‘’İş ve İşçi Bulma Kurumu mu ulan Allah!?’’ cümlesiyle tamamen uyandım Salih’in. Başımı tam kaldırmadan yana çeviriyorum. Galatasaray Başkanı Ünal Aysal taraftara çilek sözü vermiş. Atletim sırılsıklam. Önümde Fotomaç. ‘’Bu karda kıyamette Allah işsizlerin ve evsizlerin yardımcısı olsunmuş.’’ İçim geçmiş, uyumuşum. Sobanın şu samimi ve saldırgan sıcaklığı mayıştırıyor hep beni. Şu Mart da gitse. ‘’İşleri güçleri yalan, yurdunu siktiğim düzenbazları!’’ Kışın başından beri işsizim. İşsizlik ve uykusuzluk kardeştir diye bağırmak istiyorum. Beylik ifadeler oldum olası beni cezp eder. Biri çay ısmarlasa da içsem. Beleşe içmesine içerim de, birisi ısmarlamak istediğinde daha bir tatlı geliyor şu çay. Kış uykusuzluğu. Amma dalmışım. Kollarımı masada kavuşturup, kafamı da üstüne bırakmışım. Ne kadar böyle uykudayım acaba? ‘’Allah TOKİ mi? Diğ mi Salih?’’ diyor sahibini çıkaramadığım bir ses. Beynim bu ilk uyanış vakitleri tam randımanlı çalışmıyor. Kafamı kaldırıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Hunharca gülüyorlar; karınlarını tuta tuta hepsi ve tükrükler saça saça. Salih fikrî onaylanmanın ve artan gülüşmelerin etkisiyle kadim gazagelenkişi piyesini oynayarak haksızmıyımhe-haksızmıyımhe-değilimdiğmi-değilimtabii diyerek bakıyor tek tek denkleştiği her bir göz bebeğine. Sonra bende durarak ‘’Haksız mıyım be Kerim sen söyle he? Hayır, herif yardım etme kudretindeyse bile olmuyor işte birader yardımcı zorla mı?’’
Üçüncü sayfası açık kalmış bir başka gazete. Sevgilisinin-nikâhsız-eşi-tarafından-bıçaklanarak-öldürülen-Gürcü-kökenli-kuyumcu. Takılıyor bu tamlamaya gözlerim. Çözmeye çalışıyorum. Bir sinsilik var ama ne? Nikahsız yazdığına göre, resmi değil imam. Veya dost hayatı veya açık ilişki, bilemem, tek bildiğim ilişkinin devlet nezdinde tanınmamış oluşu. Bu cepte. Maktulün Gürcülüğünün buradaki rolü ne, onu çıkaramıyorum ama. Yani anlamadığım şu öldürülen kişi yerli olunca öldürülen Türk diyor muyuz, demiyoruz. Öldürülen kuyumcu yerli olunca falanca ilçedeki Türk kuyumcu diyor muyuz, onu da demiyoruz. Sadece öldürülende değil, öldürende de böyle hangi milletten olduğunu belirtmiyoruz. Peki, ne demeye burada adamın Gürcü olduğunu belirtmiş gazete..? Bu ülke insanları güzel ve temiz de, göçmüş gelenler mi kirli demek istiyor..? Tehlikeli gazeteler. Sinsi gazeteler. Tüm dünya ağrısından kurtulacakmışım hani bunu kavrasam.
‘’Allah bir Keynes bir. Bak yine gitti bu?’’ Tam Gürcülü haberin şifresini çözdüm derken, tamlamanın sırrına vakıf olamıyorum, bir el lap diye konuveriyor çünki önüme. Sevgilisinin nikahsız eşi tarafından bıçaklanarak öldürülen Gürcü kuyumcu gidiyor, tartıştığı karısını balkondan atan adam ile bu tamlamadaki mağdur ve failin birbirlerine sarılı fotoğrafları kalıyor salınarak gözümün önünde. ‘’Hipnoz, uyan kardeş, uçtun sen yine. Rengin soldu. Kötü bir şeyin yok ha, iyisin ya.’’ Sanırım benimle konuşuyorlar. Salih taktı bu lakabı bana. Hepimizin var, bir senin yok, olmaz bulmalıyız, dedi. Buldu. Koşarak girdi kahveye bir gün – Hipnoz- dedi -Hipnoz Kerim.- ‘’Konuşsana, kardeş, dilini mi yuttun, karabasan mı değdi, gülümse geçer. Gülümse biraz, bak bana.’’ Maymunluk ediyor, gözleri, yanakları ve dişleri hemhal oluyor. Önce alnıma, sonra sırtıma değiyor eli. ‘’Oh-ho, sırılsıklam olmuş bu. Kalk üstünü değiştiriyoruz kalk.’’ Kahvehanenin dibine doğru bir paravan var; onun ardında da gündüz kumarcılar ve gece uyku için yer. Salih kahvehanenin sahibi. Orayı bana tahsis etti. Usulca oraya geçiyoruz. ‘’Ön gözde mi, arka gözde yoksa orta gözde mi Kerimim?’’ diyor Salih. İki bavulum var, biri siyah biri gri. Siyahlarda kitaplar ve donlar. Gride giysiler ve kitaplar. ‘’Yoksa hiç temiz atletin yok mu?’’
Birileri okey oynuyor. Taş sesleri düşüyor duvardan. Birileri bilardo oynuyor. 9 numaralı mavi top yapmaması gereken bir şeyi yapıyor ve siyah topa erkenden değiyor. Böyle olmaması gereken olunca bir küfür kulağımı sıyırıyor. Eğiliyorum. Küfür, duvar saatine isabet ediyor. ‘’Bir şeyim yok, ağbi’’ diyorum ‘’İyiyim. İçim geçmiş sadece. Kahvaltısızım. Açım. Bir rüya gördüm, aklım orda kaldı, bir şeyler yesem geçer.’’ Sana da rüyalarına da, turp gibiydin sabahleyin daha, gündüz gündüz ne rüyalanması, gene hangi cıbırı gördün de, hay allah türünden tatlı tatlı söylene söylene ıslak olan atletimi çıkardı yenisini giydirdi Salih. Sağ olsun, bana iyi davranıyor, merhameti bol. Sanırım bende rahmetli kardeşini hatırlıyor. Hiç anlatmıyor, anladığım kadarıyla büyük kavga etmişler. Pişman ve hüzünlü. Doğruluyorum. Küfür saatin yelkovanının ucuna saplanmış ha babam dönüyor.
*
Bir şey yapmalı, bu akışı tersine çevirmeliydim. Korku bende tuhaf bir ikiliğe yol açıyordu. Gitikçe benleşen bir ikilik. Bir kürsüye çıkmalıydım. ‘’Görmüyor musunuz, şurdayım. İşte şurada.’’ Yok oluyordum ve bu duruma hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaktan başka bir çare bilmiyordum.
*
‘’Ne istedin ulan bütün sayfadan. Sikip atmışsın resmen. Boya kitabı mı oğlum bu?’’ Elinde tuttuğu kitaba bakarak bana giydiriyordu Salih. ‘’Vay, vay! Fiyakalı lafmış, değer ama doğrusu. ‘Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor.’ Vay! Kim ulan bu herif? Gerisi nasıl geliyor merak ettim şimdi…’’ Kitabı avcunda katlıyor; birkaç kelime fayansa düşüyor, bir süre yere paralel gidiyor bir iki cümle. Usta bir tiyatro oyuncusu gibi oyunu buradan devralıp tiradımı yüzyıla kazımam gerekiyormuşçasına iştahla gözlerini gözlerime dikti Salih. Onu yanıtlamalı ve karaladığım tüm cümleleri ezberden birbiri ardına coşkuyla okumalıydım sanki. Yapamadım.
O güzelim cümleleri okuyamadı, içinde kaldı; ben gözlerinden bunu okudum, yanıtlayamadım içime oturdu. ‘’Konuşulacak zamanda konuşmuyorsun be kardeş. Ayarsızsın. Başka vakit olsa yakınırsın: Medeniyet dediğin ruhunu okeye satmış tek dişi karbonatlı çayın içinde salınan bir ihtiyar. Peh, iptalsin amk. İptal. Kaldır götünü bir şeyler ye de iki oyun atalım. Taşlar öyle tatlı sesleniyorlar ki canım çekti. Şu yeşil dokuzun sesi, dinle bak, atma diyor beni, araya girerim. Üzülürsün. Bak şu da siyah birlinin sesi, nasıl da isteksiz nasıl da cılız ve nasıl da kendinden emin, –hay amk diyor ne vardı şu son balyaya giricek, kimse sevimiycek beni gördüğüne, yine aynı terane, bitse de biri gitsek.– Ha-ha.’’ Kafamı sallıyorum. Kolona sabitlenmiş boy aynasında sararmış yüzümü görüyorum. Kirlenmiş sakallarım, yün atlet ve yağlanmış saçlarım. Kendi kendime Bi ağzımda sigara eksik, diyorum. Gülesim geliyor. Her şeyim tamam.
‘’Ben ön tarafa geçiyorum. Şu kitabı da alıyorum. En çok suçtan arınmışlığı tedirgin ediyor he. Vay. Vay ki ne vay.’’ Kimi cümlelerin altı çizilir, kimi cümlelerinse sağı solu yanı yöresi aşağısı yukarısı ötesi berisi. Bu o cümlelerden biri. Romanın başında yer alması kitaba hacim açısından ziyan dedirtse de, aslında uzun şehirlerarası bir yolculuğun cam kenarı tadında olduğuna dair mütevazı şık bir emare. İlk okuduğumda Oğlum Kerim demiştim kendime Al sana ehil, al sana tarik, buyur geç. ‘’Sigaraları söndürün beyler, uygulama var.’’ Duman oturmuş okeye dönüyor da insanlar üfleniyor sanki. Sinüzitim azdı yine. Başım ağrıyor. Ne vardı şunu dışarıda içseler. ‘’Kerim, kardeş, arka camı aç!’’ Açayım açmasına da, cereyanda kalacağım, sonra niye sık hasta oluyorum, olurum tabii, bünyem zayıf, sinüzitim var benim, neydi şu otun adı, körek mi çörek mi yoksa, burnundan alıyorsun, aman fazla değil ha ölçüyü kaçırma ölürsün mölürsün alimallah, çaresi bir tek ölüme yok şu meredin, kararında, çekiyorsun, üç gün bilemedin beş gün kan sümük gözyaşı acı keder ne varsa atıveriyor burnundan bu, öldüm diyorsun, yandım bittim ben, bir haftaya kalmaz toplayıveriyorsun sonra, ilaç milaç yalan vallaha. Şifa bu şifa. Neydi bu otun adı..
‘’Hangi otun, oğlum.’’
‘’Salih düşüncelerimi de mi okuyorsun yoksa? Hiç mi özelim kalmadı?’’ Gözlerimi belerterek korkuyla bakıyorum.
‘’Ne geveliyorsun yahu kendi kendine. Güpegündüz sinirlerimi bozma benim. Bir iki su çarp yüzüne, kımıldan; çay koydum, nefis. Tomurcuk kattım; tarçın ve karanfil. Peynir simit bir şeyler aldım gel. Seversin sen, biraz da kürt böreği. Sıcacık, pudralı. Hadi, aslanım.’’ Dediklerinin ortasında sesi alçalıyor Salih’in, göz kırpıyor. Duvardaki –içmediğimiz çayı içirtmeyiz- yazısını gösteriyor, gülümsüyorum. Sanırım kendime geliyorum. Önce sola, sonra sağa geriniyorum. Rüzgar koşarak çıkıyor o esnada. Kesin belime vurmuştur, ertesi güne çıkar ağrısı. Gasteler uçuşuyor, pencere salınıyor. Ünlülere Gözaltı Şoku. İstanbul Narkotik Büro Amirliği’nce düzenl.. ‘’Gene neye daldın, Kerim, hayrola.’’ Okay Hoca’nın şen sesi. Dudaklarımı kıpırdatmadan gözlerimle dalından ayrılmış yerdeki gaste kağıdını anlatıyorum. ‘’Kime n’olmuş yine? Aman beni bulaştırma oğlum. Domino taşlarını almaya geldim. Tövbeliyim gastelere. Aldım, gidiyorum.’’ Hakikaten hiçbir zaman ne gazete okuduğunu ne de bulmaca çözdüğünü gördüm. Onun gazetelere tövbeli oluşuna dair her ağızdan ayrı bir hikaye çıkıyor. Yakında hakikisini öğreneceğim.
*
Eskiden olmamaya çalışırdım; şimdiyse –bu ruhumu yakıyor ama- olmaya. Yok olmayı arzulamak için güçlü bir görünürlükhevesiyleatılantaklalar tiksintisi, var olabilmeyi arzulamak için müthiş bir öyleyseyokum korkusu. Eskiden konuşmaya hevesliydim, çünkü konuşa konuşa biteceğimi düşünürdüm. Bir gün durdum baktım: Bitmiyordum. Kanser hücresiydim. Ve kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü yok vakitlerdi. Bu yüzden sustum. Susmayı denedim. Nereye kadar böyle gidecek bilmiyorum fakat, yedi aydır suskunum. Gündelik sıradan cümleler dışında pek konuşmam, kanaat belirtmem. Tuhaf… Sustukça, dinlemeye-tahammülü-olmıyan-ırkımın bir şeyler söylemem için beni çimdiklediğini gördüm, ağladım. Yazık dedim şu uzunluksuz ömürde denk geldiğim iklimi sikeyim. Zavallı kendim.
*
‘’Amk, bir kitap okudum hayatım değişti. Salih abi bir çay!” diyip elinde gaste sinirle kahveye girdi Sosyete. ”Bittim ben abi, bittim.” Taş çekmek üzereydim ki, gasteyi fırlattı, ortadaki balya dağılıverdi. Allah belanı versin! Okeye dönüyordum. Şu yaptığına bak. Bir okey henüz çıkmamış ve son taşlardı. Puşt herif! Bitmişmiş. Bit tabii amk, ben bitemedim, sen bit! Bak şu yaptığına. Çekicektim belki. Bak ya. Bu tür özensizliklere tahammülüm yoktur: Katil olabilirim. Çünkü okey orada kırmızı sekiz olarak ters dönmüş parlıyordu. Dişlerimi sıktım. Ulan senin ananı avradını gelmişini geçmişini. Susma orucuma biraz ara verdim: ‘’Sekiz yüz’’ dedim ‘’vurma ihtimalimi’’ dedim ‘’elimden aldığının’’ dedim ‘’farkındasın diğ mi, Sosyete?’’ Çaydan bir yudum almak için uzanıyorum. Taş Çaldı Öld-. Gasteyi düzeltiyor farkında olmadan seslice okuyorum. –ürdüm Çalmasaydı. Edirne’nin Keşan ilçesi’nde kahvede okey oynarken taş çalınıyor harama el atılıyor iddiasıyla Matematik öğretmeni Tezcan O., biri öğretmen iki arkadaşını ve ayırmak istiyen kahveciyi bıçaklıyarak öldürdü. Polisteki ifadesinde adam gibi oynasalardı-çalmasalardı-pişman-değilim dedi. Bir muhabirin peki kahvecinin günahı neydi üzgün müsünüz sorusunu da – olur öyle bazen atlamasaydı üzgün değilim- diye yanıtladı.’’ Şaka mı bu? Yoksa kabus? Biri geliyor oyunumu dağıtıyor, yetersizlik, tatminsizlik ve umutsuzluklarla örülü şu hayatımdaki yegane başarım olabilecek okey birinciliği fırsatımı elimden alıyor ve masaya fırlattığı gasteden bir kahvehane cinayeti haberi çıkıyor. Oldu olacak Bülent Ortaçgil şu arka masadan elinde gitarıyla fırlayıp Küçük Şeyler şarkısını söyleyiversin. Sanırım kendimi küçümsüyorum; sahiden dünya bir sahne, ben başrol.
Bu kadarı da fazla, kalkıp yüzümü yıkamaya gidiyorum.
‘’Boşver zaten ceketti Kerim. Ama azıcık dikkat yahu azıcık. Umarım derdin barometreyi patlatıcak kadar kaydadeğerdir ama.’’ diyen Salih ve ‘’Sorma ağbi sorma ne barometresi bu şehri uçurur vallahi o derece. Hay aklımı sikeyim.’’ diyen Sosyete’nin ağlamaklı sesi geliyor kulağıma. Geri dönüyorum, altı üstü bir oyun diyorum, sakinledim. İçe akan gözyaşlarının sarstığı sözcüklerin yaydığı ve bu mekân tarihinde nerdeyse hiç rastlanılmamış farklı ritmi algılayan koz maça diyenler, bitere gidenler ve iflah olmaz ceketler ve kupa kızı ve sinek papazı olarak dönüverdik hızla hepimiz Sosyete’ye, doğru-düzgün-anlatıver-şunu-baştan. Herkese çay! Heyecanlıydık. Hüüüp. ‘’Düşündüm ki tüm stresim, derdim.. Geçimimi ondan sağlıyordum tamam.. Dertlerime deva.. Hani dedim aslında tüm yük.. Ben onun için yaşıyordum.’’ gibi eksik belirsiz konuşuyordu Sosyete. Sabırlıydık, beklerdik, zaten beklemekten başka neydi ki yaptığımız. Hüüüp. Birden ‘’İki gram huzur umuduyla sattım gitti köfte arabasını. Ha şunun yüzünden.’’ diyiverip koyverdi gözyaşlarını ve yumruğunu masada bir kitabın üstüne. Ters duruyordu, sesli okudum, fer-ra-ri-si-ni sa-tan bil-ge.
Hassiktirsin lan ordan satılır mı hiç Ferrari dedi bir genç Ferrari oğlum bu boru mu? Satılmaz ya-Sene 1940-Koredeyiz diye onayladı ihtiyarlardan birisi. Fikrî yalnızlığı aşmanın ve onaylanmanın sevinciyle, genç ve ihtiyarın, ikisinin de gözleri ışıldamış sigara tutuşturmuşlardı birbirlerine. ‘’Buradan yak yiğenim. Yok olmaz dayıcığım buradan. Yav burdan.’’ Bir yandan ağlayan sosyete, bir yandan bu sigaratutuşturucular ve bir yandan gözüme planlıca iliştirildiklerini düşündüğüm şu gaste haberleri: Allahım sana geliyorum, ne işim var burada, sanırım çıldırıyorum. Bu ne güzel bir gün! ‘’E diyorum Koredeydiniz, sonra? Kahvehane kahvehane değil, tımarhane arkadaş.’’ Kalkıp, kapıya yürüyorum.
Güneşli, ılık bir hava. Sabah soğuktu. Salaklık bende. Bir ağacın gövdesine yaslan, suya bak. Biraz yürü biraz koş. Ne yeni bir kitap okuduğun ne yeni bir bir müzik duyduğun var. İçine hapsolmuş; kendini iskambil kâğıtlarına, kendini sahte okeylere bırakmışsın. Üç aydır bu kahvede yaşıyorsun. Bir gözün gülüyor, bir gözün ağlıyor. Neyi bekliyorsun? Aynalara bakmıyor değilsin; bitiksin. Kendimi nakavt ediyordum ki durdum. O geçiyor çünki, Mihrap. Bir aydır görüyorum. O da beni fark etmiş midir acaba? Bir iki baktığı oldu ama… Hoş, fark etse n’olucak, kahveden birisin işte. Sakalımı sıvazlıyorum, kendimi hazır hissetmiyorum. Nabzım hızlanıyor. Bakcak mı? Bakcak da görcek mi, görcek de ne hissetcek; istiycek mi? Sigara. Bir sigara olsa keşke. Yine içerdim. Kendime olan güvenim azalıyor. Yere bakmıyor, başı dik öylece yürüyor. Kıyafeti bedenini sarıyor. Mihrap diye seslenesim geliyor. Hiç bu yana dönmedi. Mihrap, nasılsın? İyi olmana sevindim. Ben mi? Nasıl olayım ben de iyiyim işte, akşama yemeğe karo dokuzlu haşladım. Salih abi de sinek sote yapıcak, aman maça sote, (güleriz) of aman tavuk sote işte yahu (içinden ne kadar tatlı şu Kerim der öyle içli bakar bana)
‘’Yazma oğlum, okumuyor işte.’’ diyor Salih gülerek, eliyle omzumu sıkıyor. ‘’Osmanlı Tarihi sanki içine düştün. Ayıl bir.’’ Osmanlı tarihi mi bilmem fakat dünya tarihi olduğu kesin, konusu da aşk. Bakarken yakalanmış olmanın verdiği utançla bir iki kekeliyor ‘’Ayakkabısına bakıyordum Salih, markasına. Baksana yahu ne güzel diğ mi, nasıl da belli ediyor kendini. Hele şu ayakkabıyı yan tarafından aşağıya doğru kesen üç beyaz çizginin turuncuyla olan uyumu müthiş.’’ diyorum. Salih bu; yer mi? Yemez. Kimse yemez. Allahtan Salih yakalıyor beni. Başkası olsa pezevenge bak diyecek nasıl da kesti yedi bitirdi kızı ırz düşmanı diyecek bunlar yüzünden bacılarımız kızlarımız diyecek. Ama Salih demez. Halden anlar.
Ben öyle biçare bakarken birisi de beni görmüş izlemiş midir acaba? İzlemiştir tabii salak, sen öylelerini izlemedin mi? İzledin. Dalga geçmedin mi? Geçtin. İlahi adalet işte. Hayır, kıza bakmıyorum desen, ne demek bakmıyorum seninki kalkmıyor mu derler. İki ucu boklu değnek, ona ne cevap vericeksin şimdi. Geçmişimde kimsenin arzularıyla dalga geçmemeliydim. Bana öyle geliyor ki, insan dediğin hayatının bir dönemini bir başka döneminin utancıyla geçiriyor istisnasız. ‘’Hipnoz, uyan oğlum. Hadi biraz yürüyelim. Kaçırmıyalım şu havayı, iyi gelir. Sosyete, kardeş, kes şu ağlamayı da, tezgâhın başına geç, dükkan sana emanet. Çayları tazeledim ben. Bi saate döneriz. Kırk elli lira var kasada. Selametle.’’ Askılıktaki paltosuna uzandı, cebini yokladı, tespihini alıp yola zıpladı. Çıkarken içerdekilere biraz çay için lan siz de kıyıverin paranıza emeğimize değsin diye takılmayı da ihmal etmedi. Sahile indik. Bir çay bahçesinde oturduk. Garsona masayı toplamasını söyledik. Tıkabasa dolu iki küllük, çitlenmiş çekirdekler, boş kola şişeleri, türk silahlı kuvvetleri masaya el koymuş sanırsınız. Ve tabii ki malum gasteler. Elimi yüzüme çarpıyorum, parmak aralıklarımdan okumadan edemiyorum ama. Taksiyle geçtiği boğaz köprüsünden çırılçıplak soyunup aşağı atlıyan ünlü ya. Gasteyi orasından el yordamı kesmişler. Arkada değerli bir fotoğraf ya da bir yazı olmalı. Yahut da sakızını oraya buraya yapışmasın diye kağıda tıkıştırdı herif. Bir sineği öldürüp na’şını gasteyle sardı belki de. Güldü Salih. ‘’Ulan’’ dedi ‘’tüm gün çayın içindeyiz zaten. Geldiğimiz yere bak. Bizdeki de akıl. Hiç ses etmiyorsun sen de ayarsız. Kendi kendine konuşuyorsun boyuna. Hoş, bizimkisi çay evi. Burası bahçesi. Biliyor musun, ama orada tüm gün duruyorsun beyin artık ıstakalaşıyor ya hani sanki taşlar kafana yerleştiriliyor, çizikler kalbine atılıyor ve çaylar mesanenden çekiliyormuş gibi hissediyorsun da, bırak bir saati on dakka başka mekana geç, farklı hava al, kendine geliyorsun. Öyle uzak kalınca düşünüyorum, çok düşünüyorum, aklım başıma geliyor da, bile isteye işkence ediyormuşum gibi geliyor böyle. Bırakasım geliyor bazen şu işi. Vallahi. Kaç zamandır yanımdasın. Görüyorsun halimi. Tüm günümü alıyor. Birini çalıştırayım desem, bana ne kalacak? Getirdiği götürdüğünden fazla. Parası para değil. Bazan ta şurama geliyor. Bir memleket bir toprak da yok ki, basıp gideyim şu amına koduğum yerinden. Nereye gidiceksin Salih bey. Bıktım, kardeş. Saymaktan bıktım yahu. Okey taşlarını say, bilardo toplarını iskambil kağıtlarını ve dominoları say. Kağıtları kalemleri say. Çay bardaklarını, altlıklarını ve kaşıklarını say. Sokaktan geçen arabaları say. Kaç insan geçiyor günlük sokaktan, kaçı kadın kaçı erkek kaçı çocuk onu say. Sokak kedileri köpekleri kaçı cins kaçı kırma onları say. Her şeyi sayıyorum ulan her şeyi. Kim ne kadar sıklıkla işiyor, kim aylık kaç çay içiyor, hatta simitçinin kahveye girerken tepsisinde kaç, çıkarken kaç simiti var, bunu dahi sayıyorum. Kıyamet!’’ Hiç susmadı, takır takır konuştu Salih. Fena dolmuştu. Olur öyle bazan adeta kusar insan, rahatlar. Bir saat geçtikten sonra ‘’Salih, ağbi, sen istersen dön.’’ dedim ve gülerek ekledim. ‘’Biraz tek kalmak istiyor canım. Bedenen.’’
‘’O kızı düşünüyorsun diğ mi? ’’ dedi. ‘’Gelicek sanıyorsun, yanına kurulacak, elini tutacak. Sen ve ben, biz trajediyi yaşıyoruz oğlum, payımıza düşen bu, gelmiycek. Mucizelere mi kaldın birader, roman mı bu, değil. Kalk git konuş gördüğün yerde. Sana bir dost tavsiyesi: biraz atak ol, istediğini belli et, varsın istediğin seni istemesin, fakat bunu yapmazsan kendin kendini bitirirsin böyle. İlerde pişmanlık duyacağın işler yapma. İçindekileri her zaman içinde tutma. Biraz dişlerini aç, biraz ısır. Dişli olursan hayatı galebe çalarsın, he yok kararsız kalırsan da o seni punduna getirir. Sürünürsün. Sadece ilişkiler için değil, hayatın tümü için de böyledir bu. Hoş kelin merhemi olsa aman… Ne çok konuştum değil mi, kafanı şişirdim. Haydi eyvellah.’’
*
Kendimi kapana kıstırılmış hissediyordum. Karanlık. Nerden gelicekleri belli olmaz. Başını koru. İyiyi düşün, bu bir oyun. Kaçış Oyunu. Tuzaklar, ipuçları ve sorularla dolu bir evdesin. Bir saatin var. Bir saat. Tüm ömrün. Sırrı çözemezsen öldürülmüyorsun. Yaşam devam ediyor. Dişli olursan hayatı galebe çalarsın. Çözersen başarmış olursun sadece. Korkucak bir şey yok. Hangi oyun acı verir ki diyordum. Ve elbette hiçbir teskin edici cümle buluş işe yaramıyordu. Korkmaya imanla devam ediyordum. Beni saran çözümsüzlük, hayatımı kuşatan belirsizlik ve bakışımdan eksilmiyen sis yüzünden daralmıştım. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Zarar vermek istiyordum. Kendime yahut çevreme. Hakettiğim bu değildi. Yolunda olmıyan yanlış giden bir şeyler vardı. Dayanamıyordum. İçki mi içsem diyordum. Uzun zaman oldu içmeyeli. Viski mi Rakı mı? Hangisi açar gözlerimi, dur der bu gidişe, eksiklik bendeyse şayet?
*
‘’Ücretini ödemek koşuluyla size bir şiir okuyabilirim. Hatta roman yahut öykülerden ezbere paragraflar veya sayfalar.’’ dedi yağlı saçları, uzun sakalı ve kirden kalınlaşmış paltosuyla boğuk sesli herif yanıma yaklaşarak. Herkesin hayatında tuhaflıklar ve aşırılıklar kotası vardır, ama benim kotam dolmuş, taşmış, üstüme yığılmaktaydı. Kahvede olanlardan sonra şiirdenbahseden bir çöp konteynırı. Uluslararası bir komployla karşı karşı olduğumu düşünmeye başladım. Kokusu tahammül edilir değildi. ‘’Şairine, diline ve popülaritesine göre değişiyor tarifem. Ve sizin istediklerinizle benim seçeceğimin arasındaki fark yalnızca iki kat. Koku için üzgünüm, efendim, kültürel bir mesele.’’
Kendimizi kasmayıp serbest bıraktığımızda su kaldırma kuvveti sayesinde bizi yukarı kaldırır. Ölüceksin diyen tarafımızın peşine takılırsak işimiz biter. İyiyi düşünmüyorsak bile, kötüyü savuşturmak önemli. İşte yanı başımdaki canlı çöp konteynırına da böyle düşünerek alıştım. Banka, yanıma oturdu.
İçimdeki kilitlerden birini kırmış olacak ki, onunla konuşasım geldi. ‘’Öyküyü nasıl tarifelendiriyorsun peki?’’ dedim. ‘’Giriş cümlesi beş, çözüm on lira mı? Ha-ha.’’
‘’Hayır. Roman ücretleri -birkaç giriş hariç- hangi kısmı olursa olsun fark etmez sabit. Elli lira.’’ dedi.
‘’Roman finallerinden para almıyorsun sanırım. Almamalısın da. Tüm romanlar yürürken yahut arabada direksiyon sallarken güneşin yükselişi veya batışıyla biter çünki.’’
‘’Bravo, efendim, ha-ha, bu işten anlıyorsunuz. İşin rengi öyküye gelince değişiyor. Başlangıç cümleleri on; bitiş cümleleri kimi yerde üç kimi yerde beş misli.’’
‘’Oo bu olmadı işte. Bu dünyada bu dünyaya sığmıycak denli bitme arzusu varken bu pahalılık, yakıştıramadım doğrusu. Fiyatı düşür sürümden kazan derim.’’
‘’Efendim, bu böyle olmak zorunda. Bitirmek başlamaktan daha zordur zira.’’
‘’Romanların nesi eksik canım, yüzlerce sayfa, onbinlerce kelime, unutulmaz betimlemeler ve tapılası karakterler. Romanlara da zam yapın. Ha-ha.’’ Kanım ısınmıştı bu çöplüğe. Uzun zamandır bu kadar çok konuştuğumu hatırlamıyordum. Hevesle dinlediğimi de. Unutmuş olacaktım ki, sözcükler dişlerime çarpa çarpa, dilime vura vura çıkıyorlardı sanki. Dudaklarım zar zor aralanıyordu. Keyiflenmiştim de ama. ‘’Roman kalsın, öykü de. İstediğin dil, istediğin şair. Sen bana şiir oku.’’ dedim. Salih’ten biriktirdiklerimin içinden yirmi lira sıkıştırdım onun eline. Yaptığı iş güzeldi, çok param olsaydı daha çok verirdim. Paltosunun altından çıkardığı sürahi şarabından gluk glak yudumladı, ayağa kalktı, okudu ve gitti. Sanki ağzımdan çıkmış birazdahakalsınistedim diye bir cümle suda birkaç kere sekti. Yanlış gördüm herhalde, taştır o.
Çöp Şair’in tersi istikamette yürümeye koyuldum, güneş batmak üzereydi. Lunaparka girdim. Balerine baktım. Çarpışan arabaları izledim. Atış oyunu oynadım ve bir paket sigara kazandım. Zincirli sandalyenin altında durmuş binenlerin çığlıklarını dinliyorken bir sigara yaktım. Onlar gibi olmak istedim. Kuyruğa girip bilet almak ve bilet aldıktan sonra binebilmek için tekrar kuyruğa girmeyi düşündüm. Bana göre değildi. Dışarı çıktım. Deniz havası aldım. Geri dönmeye karar verdim. Sahil yolunda karşıya geçmek için ışıklarda beklerken yine onu gördüm. Mihrap’ı. Kalabalığın içindeydi. Orta ışıklarda konuşurum dedim kendime. Göz göze geliriz. Başımla selamlarım. Bana merhaba der. Ben içimden –bana merhaba dedi– der gülümserim. Ama dışımdan Nasılsın derim yürüyelim mi? Hayrola niye güldün öyle der. Hiiç, yok bir şey, deli miyim, niye güleyim ki, derim. ‘’Yalnızca âşık olan insanlar öyle gülerler durduk yere.’’ der kendinden emin bir tonla gözlerimin içine bakarak ve ekler ‘’Sen bana âşıksın.’’ İnkar mı etsem evet ulan mı desem tedirginliğindeyken sıkıca sarılır. Yeter oğlum Hipnoz hayal kurmaktan yaşamayı unuttun. Yeşil yandı, yayalara, yürü. İlk defa fark ediyorum da, memeleri ne kadar diri. Bana bakıyor. Memelerine baktığımı fark etti mi? Mihrap memelerin ne kadar güzel, başımı onlara bastırmak istediğimi söylemek istediğimi anlamamış olacak ki gülümsüyor. Bana gülümsüyor. Beni tanıdı. Demek ki biliyormuş. Pamuk mu kullanıyor acaba? Beli de hafiften çukur. Kalabalığın arkasında kalıyor. Kalabalık hızlı biri. Mihrap yavaş. Acı bir fren sesi.
Bu tamlama gelip boğazıma oturuyor. Kalabalık olay yönünde geri dönüyor. Gazeteler ve başlıkları uçuşuyor gözlerimin önünden. Kimin ahı bu bilmiyorum ama, birileri büyü yahut şaka yapıyor olmalı bana? Stüdyoda mıyız, kamera motor he? Sanki ilmik geçiriyorlar boynuma da çekiştiriyorlar, boğulmamak için koşturuyorum. Aklıma Çöp Şair’in okuduğu şiir geliyor onu bağırmaya başlıyorum. ‘’Yıkılma sakın! Sana durlanmış kelimeler getireceğim. Pörsümüş bir dünyayı kahreden keli.’’
Yine görünür olamadım. Bir ay gastelere bakmıyor, paravandan öteye geçmiyorum. Yaşıyor mu öldü mü bilmiyorum. Ben talihsizliğime ben vakitsizliğime yanıyorum. Yirmi dakkam kaldı. Bu bir oyun diyorum.