O malum hafta sonundan bir gün sonra gelen hafta içi günü Sosyal Güvenlik Kurumu’ndaki işimi halledip, artık daha fazla faiz binmeyecek olan cezamı ödemiş olmanın ferahlığıyla evime dönüyordum. Sabah çıktığımda hava güneşliydi ve üstümde tişörtüm vardı. Ben bürokratik kıyım tezgâhından geçmekteyken, dünya üzerinde ne olduysa artık, eve dönmek için çıktığımda kar boran fırtına var idi.
Donarak ölmeyi henüz aklımdan geçirmediğim için çıkmayıp içerde kalmak istedim. Hatta müdüriyet uygun görürse orada hâlihazırda boşluk bulunan bir birimde gönüllü, sözleşmeli veya karşılıklı beğenişirsek kadrolu çalışmayı bile düşündüm. Lakin bildiğiniz üzre hayat çoğu zaman odanızın dışında, evinizin ötesinde bir şeydir ve diledikleriniz –tüm kişisel gelişim sahtekârlıklarının aksine– her zaman gerçekleşmez.
İşimi bitirdiğimde öğle arası paydosu olduğundan, görevi -özellikle bu gibi zamanlarda- binayı personel harici usulünce boşaltmak olan adonis vicutlu, Ayhan Işık bıyıklı güvenlik çalışanı dayı kibarca burada duramayacağımı söyleyip, dışarı çıkmamı benden istedi. Nedendir bilmiyorum, gaflette bulunup agresif bir tonda buranın kamu kurumu olduğunu, kendisinin benim vergilerimle çalışan bir işçi olduğunu ve bu nedenlerle çıkmayacağımı, hatta — soğuktan hayatta kalmak dürtüm artık nasıl baskın geldiyse içimde, bahisleri daha da yükseltip — sıkıyorsa müdürünü çağırmasını ve hatta — baktım başını eğiyor burnunu kaşıyor gaza geldim napim — zor kullanmaktan çekinmemesini söyledim. Bunu söylememle birlikte o efendi, zarif, dağ gibi adam gitti; yerine Yadigar Ejder ebatlarında Erol Taş hissiyatlı Nuri Alço sinsiliğinde gözleri belermiş bir başka adam geldi. İki yanımdan kollarımı beni kaldırıp indirecek, kaldırıp indirecek, kaldırıp indirecekmiş gibi sımsıkı tuttu.
Bu tutuş tekniğinin adı Beş Kalp Patlatan Panda Öpücüğü idi ve menşei de Çin’in Tibet bölgesinin yüksek yaylalarıydı. Bu tutuş sizi beş dakika içinde öldürmez fakat bir ömür boyunca süründürürdü. Bir kitapta okumuştum, oradan biliyordum. Parmaklarının etimden geçip kemiklerimi çatırdattığını duyabiliyordum. Kemik seslerinin şiddeti arttıkça kendi sesimse inceldi. Ta kalubeladan beri olduğu gibi yine fiziksel güç sözel güce üstün gelmişti. Deminki o kamudan beklentileri ve haklarının hassasiyetinde olan ben gitti, yerine tatlış tatlış “Aman ağam, canım kurban! Sen beni yanlış anladın, benim vergim ne ki!? Hepi topu aldığım bir karton sigara üç beş şişe rakı, biraz da beyaz peynir. Hım bınım vırgılırım sizin kuruma gırmımıştır bile, girer mi hiç, girmez. Onlar yol olmuştur falan, onlarla mitribis alınmış, yol kenarlarına çiçik bicik dikilmiştir filan. Ellerinizden öperim efendim, lıtfın sakin olunuz.” diyen bir başka ben geldi. Duyduğunuz bazı sözcüklerimin harflerinin, – mitribis, vırgılırım gibi -, incelmesi ve aynılaşması kollarıma uyguladığı baskıyı arttırdığı zamanlar oluverdi. Üzerine basıldıkça tiz sesler çıkaran plastik ördeklere çevirdi beni. Tuttuğu kollarımı gevşetmişti. Kendimi bir çuval gibi hissediyordum ve bu çuvalın içine de ufalanmış kemiklerim dökülüyordu. Haliyle ayakta durmakta zorlanıyordum. Siktir git lan, dedi. Bu çirkin sözler kime deniyor acaba diye etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu. Ayhan Işık bıyıklı dayı bana bakıp kime diyorum lan sigigit dedikten sonra kapıyı açtı, beni tutup savurdu ve götüme de sağlam bir tekme attı.
Kötü bir niyeti olduğunu asla düşünmedim, çünkü yalnızca dışarı çıkmama yardımcı olan iyi bir insandı o. Fakat içimdeki kötücül, karanlık bölge onun bu anlayışını hazmedememiş olacak ki biraz uzaklaşınca ona doğru beni “Sen çıkartmadın, ben kendim istediğim için çıkıyorum.” diye bağırttı. Güvenlik Dayı adımını atacakmış gibi yapınca ayaklarım götüme vura vura Şener Şen misali bastım koştum.
Nereye gittiğimi bilmiyordum. Ana caddeye çıkınca durup soluklandım. Arkama baktım gelen yoktu. Kaldırımda yürüyen insanlar bana meczupmuşum gibi acı ve tiksintiyle bakıyor, yoldan geçen arabalardaki insanlar da ani frenlerle arabalarını durdurup fotoğrafımı çekiyorlardı. Hayır, belki de video çekiyorlardı, çünki bir fotoğraf tek bir andır ve hakikate dair kesin bilgi vermez. Oysa video, yine kötücül amaçlarla kullanılabilir, fakat öyle değildir. Neyse, bir çekmeyin lan deyip çekindim, bir de haberim yokmuş gibi çekin panpalar yaparak çekindim. Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Çekilmek ve talep görmek güzel bir şeydi ama, bir yerden sonra yoruldum. Ayrıca sucuk gibi olmuştum ve üstüm yaz sezonuydu. Yağmur kalın bahçe hortumuyla olduğum yere yağıyordu sanki. Sığınacak bir yer arandım, bulamadım. Bütün dükkânlar kapalıydı, nereye gitmişti bu insanlar böyle ve kahretsin, hiçbir binanın saçağı yoktu. Otobüs durağı vardı, üç metrekareydi, fakat içinde de bir kamyon insan vardı; neresine sığışacaktım. Kedi gibi sırnaşayım dedim yanlarına kimse oralı olmadı. Adım atacak gibi oldum, ı-ıh hiç kimse paltolular bile milimkaresini bana vermek istemedi. Üstüne üstlük hep birlikte dövecekmiş gibi baktılar bana. Küçük Emrah’ın ‘’vurmayın’’ isimli parçasını söyleyip az öteye uzadım. Allahım ben ne suç işledim de, başıma bunlar geliyor diye düşündüm. Böyle zamanlarda suçlayacak birini arar insan ve yargılama işine önce kendinden başlar. Durum şudur: Cezalı olduğunu kabul edersin ve suçunu ararsın. Suçunu bulamazsan da, suçlayacak birini aramaya başlarsın. Bir reklam panosu vardı, içinde iç çamaşırı ve seksi bir kadın. Yaslandım. The Good, The Bad and The Ugly filminin efsane müziğini ıslık tutturdum. Bekledim.
O soğuk havada o fırtınada o karda o tişörtle bir saat boyunca vaktinde gelmeyen otobüsü bekledim. Bir saat boyunca o ıslığı çaldım. Sonunda geldi ve bindim tabii. Otobüs o kadar doluydu ki, kapıdan sarkık bir vaziyette yolculuk etmek zorunda kaldım. Orda da müthiş bir soğuk yedim elbette, fakat yılmadım. Aklıma güzel şeyler getirmeye çalıştım: Kızgın kumların üstünde, kavurucu güneşin altında rüzgâr püfür püfür esiyordu ve ben öylece uzanıyordum. İnenlere yol verdim, binenlere abim ablam çektim. Kolonya olsa kolonya dökecek, badem şekeri olsa badem şekeri ikram edecektim. Bir gariplik vardı ki, sanki artık kimse beni görmüyor, duymuyordu. Alışmışlar mıydı? Sanmam. İş dönüşü desem, o da değil, öğlen vakitleriydi. Belki, otobüsün çoğu yaşlıydı, yaşlılık kayıtsızlığıydı. Yaşlıları memnun etmek de kolay değildir zaten, aman. Bak, dalgana. Bir ara kapı ağzındakilerden biri kaptan kapıya kıyafet sıkışmış, dedi. Bakınıverdim, kıyafetten eser yok, hayal görüyor herhalde. Anlam veremedim, ne kadar çok deli var dedim kendi kendime. Kaptan da oralı olmayıp, arttırdı vitesi. Otobüs virajı keskin dönmüş, saatte 120 kilometre ile yol almaktaydı. Kızgın kum, güneş, rüzgâr. Kızgın kum, güneş, rüzgâr. Böyle böyle tekarladım, Happy Go Lucky ulan diye bağırdım ve gülümsemeye devam ettim.
Eve döndüğümde çişim vardı, hızlıca tualete koşturdum. Fakat işeyemedim, çünki pipim yoktu. Aman tanrım! Yalnızca pipim değil hiçbir şeyim kalmamıştı nerdeyse. Aynaya bakındım ve kendimi bu halde buldum. Sadece kıyafetlerim yerli yerindeydi. Geri kalan hiçbir parçamsa hatlarımı belli eden ince birkaç kemik ve ellerim dışında yoktu. Size söylemeyi unuttum Beş Kalp Patlatan Panda Öpücüğü’nün insanı ömrü boyunca süründürmesinin yanında bir diğer özelliği de buna maruz kalan kişiyi bildiğiniz silmesiydi. Evet, silmesi. Bu muazzam teknik tüm varlığınızı silikleştirip, üstünüzden lüzumsuz parçaları silkelerdi ve geriye benim gibi böyle çöp adam olarak kalırdınız. Böyle bir durumda belki sizin aklınıza başka bir şey yapmak gelirdi, fakat benim uçuk, silik ve avanak aklıma bir selfie fotoğraf çekinip bu anı ölümsüzleştirmekten başka bir şey gelmedi.
O malum hafta sonu olanların da hiçbir önemi yok. Silin gitsin belleğinizden.