BİR OYUN, YUTMAK – CRAFT TİYATRO; KENDİ YANAĞINI ÖPEMEME BİLGİSİ

”Yutmak,  zihni kemiren kâbuslara karşı ruhu ferahlatan düşler uğruna derin bir yalnızlığa mahkûm olanların,  cenin pozisyonunda yatağında dişlerini gıcırdatarak huysuz huysuz uyuyanların hikâyesi;  fakat bu,  karanlık boğucu bir çıkmazsa, bu çıkmazı kırabilmenin de anlatısı, anlatısıydı.”

 

ANNA. Ece Dizdar. Kaplumbağalar tehlike algıladıklarında kabuklarına saklanırlar. O da eve kapanıyor. Çatışmadan, yarıştan, dünya hâllerinden uzak duruyor. Korkuları var, gerçeğe tahammülü yok. Olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyin dünyadaki müsebbibi o. Faili, mağduru ve seyircisi. Öyle hissediyor. Auschwitz ölüm kampında olanlardan o sorumlu, ikiz kuleleri o patlattı, kuşların kanadını o kırdı, doğmamış çocukları o öldürdü yahut da cansız umutları kıyılara o vurdu; savaşlar ve felaketler, çığlıklar ve gözyaşları hepsi onun yüzünden. Kendine mahkûm; hezeyanlar ve kurmacalar içinde. Uyumsuz biri, ‘hafif’ meczup. Zırhı var dört duvar, ama kalbi yumuşak. Her şeye yetişmek isterken her şeyden geri kalmış bir ürkek. Güvenli, sevgi dolu bir ilişki kuramadığı için tedirgin dünyaya doğru. Sıkışmış, kalmış. Hem tatlı hem acı. Sevecen, ama kırılgan. İncinmiş, üzülmüş; bir saklambaçtır oynuyor işte. Öfkesi yüksek, hıncını eşyalardan çıkartıyor.

REBECCA. Başak Daşman. Akrep soğukkanlı canlı olduğundan, vücut sıcaklığını çevre sıcaklığı belirler. Bizim ateş çemberinde gururundan intihar etti diye bildiğimiz akrep yükselmiş sıcaklıktan ötürü kramplar geçirmektedir yalnızca. Sıcaklık eski halini almazsa ölecektir tabii. Rebecca da soğukkanlı; kendi sıcaklığını dışsal etkenlere bağlıyor. Sevilme takıntısı ve yalnızlığıyla baş edememesinden ötürü hep bir ilişki peşinde. Var mıdır bilinmez ya, ‘doğru kişi’yi bulamıyor bir türlü. Yarasına koşuyor daima. Kim bilir belki de kramplar geçirmekten haz alıyordur, ama görünen bir gerçek varsa o da şu ki: Gözünü açıyor ve ateş çemberinin ortasında buluveriyor kendini. Çok mu şey istiyor? Sevilmek istiyor sadece. Masum mu? Değil. Handiyse kaburgasından yaratıldığını kabul edecek çün erkeğin. Yetmiyor kendine, kavramıyor çünkü bir türlü yetebilmeyi. O yüzden en başta gözleri aşka gülen bir çift göz günün sonunda hüsranı oluveriyor kendinin. Başka bir kişiyle değişen sıcaklığından oluşan kramplarını başka bir kişinin sıcaklığıyla iyileştirmeye çalışıyor, ama yarası tam da sevgiden olduğu için sevgi nesnesinden alıyor yarayı yine. Terk etmişti sevgilisi, ‘Sam’antha da hayal kırıklığına uğratıyor onu. Kandırılmak her kaburganın kaderi. Kızgın kendine, ama hep bir geç kalmışlık.

‘SAM’ANTHA. Merve Dizdar. Kuyruğu, kanatları, gözleri, bakışları ve boynuyla doğada olağanüstü bir güzelliktedir tavus kuşunun erkekleri. Öyle ki bu güzellik bakana ne gerçek ne kendiliğindenmiş gibi geldiğinden onların göksel müdahaleyle bir tasarım harikası olduklarını düşündürtür. Dişisine kur yapan tavus kuşu erkeği kuyruklarını yükseltir, açar ve içine dağılmış gözü andıran beneklerle titreştirirken vücudunu göz alıcı görsel bir şölen sunar. Masalsı ve büyüleyici bir andır. Eğer beneklerde yahut tüylerde küçücük bir eksik dahi varsa tavus kuşunun dişisinin muazzam estetik detaycılığından ötürü erkekten etkilenmesi mümkün değildir. Doğanın bir ironisi: Bu güzellik abidesi kuşlar biçimsiz ve çirkin bacakların üstüne kuruludur ama. Kimi kadim anlatılarda tavus kuşu erkekleri tüylerinden gelen zarafetle kibri, altındaki bacaklarının bu uyumsuzluğuyla da tevazuu simgeler. Ondan ötürü başları eğik ve bakışları mahzundur onların, tıpkı Sam’antha gibi. Bir kadından hoşlanmaktadır tavus kuşu Sam’antha. Kimden olacak? Akrep Rebecca’dan. Arzuladığına yaklaşmak ister, fakat eksiktir kendine göre. Denklem bellidir: Arzuladığının arzuladığı olabilmek için biçare düşünür. Göz alıcı benekleri yoktur ya, bir penisi olsun ister mesela Samantha. Bu yüzden işe adından ‘antha’yı atarak başlar. Sam’dir artık o. Her görülmek ve buradayım demek isteyen gibi heyecanlıdır. İçi içine sığmaz; konuşma, jest ve mimik provaları yapar saatlerce aynanın karşısında; maskülen bir imaj çizer kendine. Ne olduğunu bilmiyor Sam’antha, kim olduğundan emin değil; mevcut kendinden memnun olmadığı için yalana başvuruyor işte. Esasında bir erkeklik alegorisi. Erkekliğin fiziksel bir durumdan ziyade bir jestler ve mimikler toplamı olan parodi olduğunu da gösteriyor. Ayna karşısında kesilen hayta pozlar; sigaranın tutuluşu, çekilen omuzlar yahut kabaran fermuarlar.

IMG_4653

Rebecca öfkesini kendine, Anna çevresini kuşatan eşyalara yöneltiyor; Sam ise zihninde dövüşüyor, daha umutlu ama yalanın bir bedeli var. Erkek görüneyim derken erkeklerin acımasız diliyle karşılaşıyor. Hem sözel hem fiziksel şiddete maruz kalıyor. Onu yüzleşmeye götüren kırılmalarından biri de orası. Acı ama gerçek: Kim olduğunu unutursan, kim olduğunu hatırlatırlar! Uzunca bir süre yalanı yaşamak gerçeğe götürebilir. Adlarımız cinsiyet, inanç yahut etnik kökenlerimizden gayrı kişiliğimize/karakterimize hâsılı kim olduğumuza dair ipuçları verebilir bazen. İsim seçimleriyle mühürlüyor karakterin yazgısını ve hatırlatıyor da bize yazar Stef Smith:

  1. ‘’Üzgün, zarif, tatlı ve acı./ İyilik, zarafet./ Güzel, zarif.’’ gibi anlamlara geliyor Anna ismi. Kabuğuna saklanmış kaplumbağa değil mi işte bu? Kırıldın, üzüldün, acıdın; ama piştin, büyüdün olgunlaştın, çık artık dışarı da yayılsın dünyaya güzelliğin ve iyiliğin. Biz buradayız, Anna, güvendesin; tut ellerinden kendinin ve bal eyle bize acını, ey güzel insan, ey zarif kadın.

 

  1. İbrahim, ‘’… Oğlum İshak’a kız almak için benim ülkeme, akrabalarımın yanına gideceksin.” diyince, uşağı “Ya kız benimle bu ülkeye gelmek istemezse?” diye sorar, “O zaman oğlunu geldiğin ülkeye götüreyim mi?” İbrahim, “Sakın oğlumu oraya götürme! ‘Bu toprakları senin soyuna vereceğim’ diyerek ant içen Göklerin Tanrısı RAB senin önünden meleğini gönderecek. Böylece oradan oğluma bir kız alabileceksin.’’ İşte Rebecca yazgıya boyun eğmiş o ‘kız’dır. Yaratılış 24’te geçen bu diyalogun-hikâyenin devamında hemen kabul eder teklifi Rebeka. İshak’a da, buyruklara da hazırdır ve razı. Göklerden gelen karar vardır çünkü, sorgu değil. İşte soğukkanlı akrep değil mi bu? Hemen uyum sağladı ve ısındı. At kafandan şu masalı artık Rebecca; oturmayacak hayalindeki tahtlara hiçbir prens, giymeyecek o şaşaalı kostümleri hiçbir erkek. Sen aşmadıkça içinden o edilgen kadını, değil sadece erkekler, kadınlar da hayal kırıklığına uğratacak seni. Bir tesadüf değil Sam yahut Sam’antha; bir okul sana o. Aynadır bize her ilişki ve kuraldır: Eksik eksiği bulur, yaralıyı kanatır her yaralı. Korkunu bil. Başkası sever; lakin önce sen seni sev.

 

  1. İzini sürdüğümüzde Nuh’un erkek evlatlarından birine de gidebiliriz, Antik Çağ’da bir çiçeğe de. Biz şurada buluşalım ama: Tanrının adı, Tanrı tarafından söylendi, Tanrı buyurdu yahut Tanrı duydu gibi anlamları karşılayan ‘Samuel’de. Sam kısaltılması, Samantha kısaltılıp ucuna eski yunan’da çiçeği karşılayan anthos’un getirilmesi sonucu Samuel’in. Bir çiçek. Hem erkek var içinde hem dişi: Sam’antha. İlginçtir, Sam ismi ‘surface to air missile’i de karşılıyor. ‘’Karadan havaya füze’’ anlamına geliyormuş. Samantha pantolunun içine kabarsın diye fermuarın altına çorap koyuyor ya hani… Peki, hem erili hem dişili barındırıyor ya Sam’antha, bir tür ikilik. Ayakları çirkin tüyleri güzel tavus kuşu değil mi işte bu? Yoksa ikilik değil de dilemma mı demeli? Arzu dolu Samantha, yakarıyor tanrıya yakarır gibi kendi kendine: Tanrı- yahut konuştuğu her kimse duyuyor onu, belki erken belki geç, belki doğru belki yanlış; ama duyuyor. Spike Jonze’un güzel ‘’Her’’ filminde ana karakter, bilgisayar uygulamasına, yani bir yapay zekâya âşık olur. Bu yapay zekânın ismi nedir? Samantha’dır. Bir oyunla bir filmi bir araya getirense maddedir, bedendir burada, bu yazıda. Spike Jonze’un Samantha’sının bedeni yoktur, Stef Smith’inkininse bedeni vardır, ama beğenmiyordur. Her ikisi de mevcuttan muzdariptir ve başkayı istemektedir. Fiziki engelleri aşmak niyetindedirler, ama başarmak mümkün müdür? Jonze’da zaten vurgulanmak istenenlerden biri arzu’daki imkânsızlık dinamiğidir, bu yüzden onun Samantha’sının fiziksel bir gerçekliğe kavuşmayıp, sistemde yok olması olağandır. Peki, Stef’inki ne yapacak, Stef ne söylüyor Samantha’sına? O, dönüşümünü fiziksel bir yok oluş yahut başka’ya doğru dönüşümle değil de, ona bu kendi kendini yaralayıcı bakışı sağlayan duygulara, öz kaynaklara inebilerek halledebilecektir. Çeperini kurcalama, dışında değil, içinde ara güzelim ca’nım Samantha ve derinlerine yüz! Dibi gör, karanlığın öp ve yüksel. Tanrı değil, Sam; sen duy kendini!

***

Oyunu izlediğim seferlerde değil de, oyun üzerinden yazmaya başlarken isimler ve karakterler ve yazar arasındaki bağıntılar üstüne düşünmeye başladım. Başka bir oyununu ne izledim ne okudum, tanımıyorum; yazar Stef Smith kasıtlı-farkında olarak mı bu isimleri seçmiş yoksa derinden gelen sezgisel bir biçimde mi, bilemiyorum. Her halükarda güzel. Accept the mystery! Söz gelimi Anna karakteri Stef’in yazma-yaratma deneyiminin karşılığı olup iç okyanuslarının meselesiyse, Sam/antha bir o kadar Stef’in ona dayatılan estetiğe güzelliğe ve kültüre karşı dış dünyayla kavgası. Rebecca gibi dışarıdan izlediği, idealize bir tip değil; aksine tam kendi içinden çıkmış ona dair yani. Anna ve Samantha bir yanda Rebecca bir yanda. Yutmak. Bir özne Stef ve üç monologu.

 

b91be193-f7c5-4f79-96c9-19f7af5fb13b

Gerilerde bir yerde yalanı yaşamak derken kastettiğim şuydu: Rebecca’nın da Samantha’nın da ötekinin gözünde makul ve arzulanır olmak için uydurdukları yalanlar var. Ama onlardan Anna’yı ayıran daha başka bir yalan. ( Zaten bu sefer de diğer iki karakterden bilhassa Anna’yı bir yazarın-yaratıcının prototipi olması sebebiyle de ayırmak istiyorum. ) O bir yalanı yaşıyor. Hep bir tehlike olarak algıladığı dünyadan koptuğu, yani ötekilerle yaşadığı çatışmalardan kaçıp sığındığı evde yine kendi ötekisini ‘yaratıyor.’ Baskın bir gerçekliğin yerine başka bir gerçeklik. Dış dünyada edilgin Anna, burada etken. Kontrolü altında her şey. Dodo kuşu var diyorsa, orada Dodo kuşu görüyoruz. Mesela yaralı bir pelikan var diyor ve biz yaralı pelikanı izliyoruz. Bu pelikan oyunun fikrine kuvvet veren önemli bir metafor. Tehlikeli dış dünya kavrayışımız genelde anne kökenlidir. Sözgelimi pelikana yemek yemesini söyleyen Anna, ‘yemezsen ölürsün’ diyor. Öyle tehditle korkuyla yedirmeye çalışıyor yemeği. Ötekisi olarak kurguladığı pelikanla kurduğu ilişki tam da kendi annesiyle kurduğu bebeklik-çocukluk simülasyonu. Pelikan, yavru Anna’dır. İnsanın ilk ötekisi annesi, diğeri önce baba sonra toplumdur. Derler ki anneyle kurduğumuz ilişki biçimini yetişkinlikte toplumla kurmaya çalışıyoruz. Bocalamalarımız da kederlenmelerimiz de ondan. Anna otobüsü kaçırdığında hayata küstüm demesi bu yüzden önemli. Kendi iradesi dışında olan milyarlarca iradeye olan bağımlılığı onu hüsrana uğratıyor. Hüsranın sebebi belli: Annesi öyle kuşatmış ki Anna bebeği, soluksuz ve hesapsız bırakmış; her şeyine karışmış her şeyine koşmuş. Ama bu hüsran değerli; acı elbet meyvesini verecek. Hayat yorgunluğu, ötekine olan bağımlılık, hayal kırıklığı, vazgeçme, ıstırap derken kendini eve hapsediyor. Kabuğunda kâh kızgın kâh telaşlı kâh neşeli. Hırpani kılığı ve savruk düşünceleriyle hem ürkütüyor hem sevimli. Birinin deli dediği işte, birine veli. Ama bu kendi halinde akan kabuk, onu uzun zaman sonra ilk tıklatan Rebecca ile çatırdıyor/bozuluyor. ( Burada da Anna için yaratıcı/yazar prototipi dememizi doğrulayan tatlı sembolik bir durum var: Kapıdaki mektup aralığından konuşur, iletişim kurarlar birbirleriyle. Okur korkmuştur ve bir sığınak ister, yazara varır; kederi ve korkularından sımsıkı duvarları vardır yazarınsa, al(a)maz içeri. Mektup yazılı kültür öğesidir ve kalemle kâğıt nasıl buluşuyorsa yazarla okur-dinleyicisi de öyle yazarın açığa vurduğu kadarıyla buluşur.) Başta sevgi kaynağı sandığı erkek ona şiddet uygulayacak bir noktaya geldiğinde ürküyor ve kaçıyor bir üst kata İbrahim’in kitabından çıkmış Rebecca. Kaplumbağa Anna’nın kapısının önüne geliyor ve mektup deliğinden arkadaşlıkları başlıyor. Bu da bizim ötekine olan muhtaçlığımız açısından güzel ironik bir sahne. Rebecca kabuğunda yalnız kalamadığı için başına gelen tuhaflıkların birinden kaçarken kabuğundan hiç çıkmayan Anna’ya çarpıyor. Anna tekrar sevgiyi, öpüşmeyi, gözleri, başkasının ve kendi sesini duyuyor, yani her ev her kabuk aynı zamanda bir tabutsa önce Rebecca sonra Sam sayesinde yaşamla karşılaşıyor. Öyle ki dışarıdan bakana deli denecek yarattığı kendi gerçekliğindeki “sahte” pelikan yaraları iyileşiyor ve evin kapalı pencerelerinden çıkarak uçup gidiyor. Umuttur pelikan ve acıyı yutmaktır hayat. Şair Edip Cansever’in özneyi pasifleştiren “biz değil yaşayan acılardır” mısrasını dönüştürerek söylersek “Biziz yaşayan; acılar da suyumuz, gıdamız, öğretmenimizdir.” diyebiliriz. Önemlidir: Anna elini camla kestiğinde anlıyor yaşadığını. Gerçek olduğunu acıyla kanla anlıyor. Zaten bizi de diğer canlılardan ayıran bu değil mi? Noksan oluşumuz, güçsüzlük ve hassaslığımız hani, farkındayız. “Acı çekiyorum o halde varım!”

IMG_4651

Yüz küsür seanstan sonra artık bitmek üzere olan Yutmak oyunu. Anna, Rebecca ve Sam. Kucaklamak istiyorlar dünyayı, ama kendini kucaklamayı unutmuş üçü de. Kentlere içkin bir yalnızlık metaforu olarak‘’Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.’’ diyor ya şair Turgut Uyar, uzanıp kendi yanaklarından öpmek bilgisinin güzelliğinden mahrumlar onlar. Varoluşumuz böyle heyhat… Koşulsuz sevilmek istiyorlar, her insan gibi. Hepimiz kadar – kendi değil, başkalarının yanaklarını istiyorlar. Çünkü insan kendi yanağını başkasının dudağıyla; kendi sevincini ötekisinin gülüşüyle; kendi kimliğini diğerinin bakışı ve yargısıyla tayin etmekle malul. Derin bir yalnızlık var, evet, aşılmak istenen, aşılması gereken. ‘Ben bir başkasıdır’, ama önce kendinden başlamalı, kendi ellerinden tutmalı insan önce, kendi kollarıyla omzunu sarmalı. Yutmak, zihni kemiren kâbuslara karşı ruhu ferahlatan düşler uğruna derin bir yalnızlığa mahkûm olanların, cenin pozisyonunda yatağında dişlerini gıcırdatarak huysuz huysuz uyuyanların hikâyesi; fakat bu, karanlık boğucu bir çıkmazsa, bu çıkmazı kırabilmenin de anlatısı, anlatısıydı.

‘Başkası cehennemdir’, ama başkası olmadan kendim olamam. ‘İnsan insanın kurdudur’, evet, ama şifacısıdır, sığınağıdır, emniyetidir de. Samantha’yı Sam yapan arzu ise, Sam’i Samantha’ya tekrar dönüştüren Rebecca’nın reddidir.  Anna’dır uçuveren gökyüzüne, kâğıt pelikan uçmaz. Onu ürktüğü dünyaya doğru tekrar ayağa kaldıran da Rebecca ile Sam’in sıcaklıklarıdır. Derin bir uykudaydı Rebecca, onu uyandıran sevgidir.

Craft Tiyatro yönetmeni İbrahim Çiçek’in ve ekibinin nokta atışı oyuncu seçimi, karakterlerin ve metnin özüne uygun dalgalı, coşkulu ve kederli renkleri odağına alan işlevsel sahne tasarımı, tempoyu göğüslemiş sahne kullanımı, karakterlerle aşırı uyumlu kostüm tercihleri, ezcümle başarılı rejisiyle sevgiyi başat kılan nefis bir oyundu Yutmak. Bilenler bilir, Zerrin Tekindor hayranıyımdır. Başak Daşman, Ece Dizdar, Merve Dizdar üçlüsünü ( yazıdaki ciddiyeti kırmak da adına, biraz tatlılık olsun deyu ) Barcelona’nın Neymar, Suarez ve Messi üçlüsü olarak kaydediyorum Tanrıçam Tekindor ardına. Bir zaman gelecek ah bir oyun vardı diye bahsedeceğim. İşte belleğimin o kısmında güzel bir anı olarak yerini aldı Yutmak.

 

 

 

 

Bir Oyun, Fotoğraf 51 – Craft Tiyatro; İade-i İtibar Kırılmışlara

            ”Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin

çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini, heyecanını

DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor.

Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları;

ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle;

verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da  

iyi bir oyun Fotoğraf 51. ”

 

 

Derin bir anlam arayışı üstüne kurulu varoluşumuzda yolumuzda bize eşlik eden farklı olduğumuza dair inancımız özgünlük ( çabalıyorsak eğer ) çabalarımız sonucunda bizi nereye kadar götürebilir? Yazmaya, çizmeye, bestelemeye, keşfetmeye. Hâsılı kelam üretme istasyonlarına uğrarız bir bakıma. Yıkmakla yaratmak arasında ince bir köprüde salınıp durduğumuz da olur: Bir sürü olasılığın birleşmesiyle tarafımızı seçeriz bilinçli yahut bilinçsiz. Vasat yahut nitelikli sonuçlara varır kimimiz. Yaratmak itkisi dünyaya doğru bizi sarmalayan bir fanus oluşturuyorsa eğer üstümüzde, büyülü ve aynı zamanda yıpratıcı bir fanustur içinde olduğumuz. Bilgi, deneyim, sezgi, şans, disiplin, hız, cesaret, zamanlama, hırs ve bilhassa yetenek. Eski olandan, orada var olan ama formunu bulmamış olandan yeni’yi çıkartmak, onu görünür ve bilinir kılmak. Gerilim eşlik eder bu yeni olacak olan her şeye. İster istemez ( her birimiz için kişisel olacak ‘hayatın anlamı’na eşitlenecek ) bütün toplamların sonucunun peşinde bir yarışın içindeyizdir aslında.

 

İşte Craft Tiyatro’nun yeni oyunu Fotoğraf 51 bu yeni’nin peşine düşmüş bilim insanlarının kendilerini yaşamın sırrını keşfetmek dedikleri bir yarışın içinde bulmalarının hikâyesi. Gerçek bir hikâye. Aynı zamanda bu bir yarışsa, yaratmaya-keşfetmeye eşlik eden bilgi, deneyim, cesaret, sezgi, yetenek vs vs vs’nin kendi başlarına yahut bir arada yeterli olup olmayacağının da sorulduğu bir hikâye. Hem itibar arayışımızın köklerinin hem de hırsızlığın saygınlığın araçlarından birine dönüşmesinin anlatısı.

 

Basit-derinlikten yoksun örneğimi mazur görün, ama şöyle bakalım: Her yeri tek katlı konutlarla dolu bir yaşam alanında artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için aklınıza dikey yapılar kurmak geliyor. Adı apartman. Bir apartman dikmek istiyorsunuz, bu fikir başkalarının da aklına geliyor, ama nasıl olacağını kimse bilmiyor ve siz ( bu kişi oyunda bilhassa Rosalind Franklin ) araştırmalarınız sonucu temelini atmaya başlıyorsunuz. Heyecanlısınız, dünyaya faydalı bir miras bırakacaksınız ve bu icat yüzyıllar boyu sizin isminizle anılacak. Ama devamını nasıl getireceğinizin bulamadığınız cevabı ve keşfi başarıyla sonlandırmak, dünyaya nam salmak adına içinizde oluşan gerilim, yardıma muhtaç olmadığınızı düşünmeniz ve biricikliğinize olan inancınızdan ötürü tek başınıza çalışmaya olan yatkınlığınız, bu yeni’yi bulmaya kendilerini adamış ve görünür olmak namına üstelik hiçbir etik de tanımayan,  hazıra konmuş olmak gibi isimlendirmelerden gocunmayacak denli iç eleştiri mekanizması huzursuzluğundan muaf ve hırsızlığa yatkın, sizden daha hırslı kişileri yaratma-keşif yarışında önünüze geçmekten alıkoyacak mıdır yani size avantaj mı sağlar yoksa yarışta bu özellikleriniz tam aksine sizin için bir zaaf belirtisi midir?

 

Sözgelimi bir başına kazanılan işler vardır, ama bazen ekip dayanışması ve çalışması da önemlidir. Değil midir? Üstünüzdeki stresi alacak, size yön verecek, çıkışsız hissedip, kaybolduğunuzda başka bir bakış açısının ışığında sizi düzlüğe çıkaracak bir başkası iyi olmaz mı? Kesin öyledir gibi bir cevap verememekle birlikte Rosalind Franklin’in bir zamanlar kendini yükselişe geçirmiş kişisel niteliklerinin bu keşif yarışında geride kalmış olmasına yol açtığını hafiften söyleyebiliriz. Ama söyleyemeyiz de, ortada bir adaletsizlik de vardır çünkü. Franklin’in bulgularına gizlice ulaşılmış, emeği çalınmıştır. Bunu nasıl çözeceğiz? Tamam, Rosalind Franklin aksidir, uyumsuzdur, kendi doğruları ve metotlarıyla bir başına çalışmaya meyillidir, ama sonuç böyle mi olmalıydı? Sahiden ‘oyunculuğu’ mu ‘öne çıkmıyordu’? Neden böyle oldu? Fotoğraf 51’in yazarı Anna Ziegler’in meziyeti de burada ortaya çıkıyor: Bilim camiasını konu edinmiş bir oyuna yakışacak biçimde diyor ki: Soru çok, ama kesin cevap yok. Oyun, Rosalind kendi kişiliğinin kurbanı mı yoksa daha hırslı başka ‘bilim adam’larının hırsızlığının mağduru mu yanıtı bize bırakıyor, ama tek kesinlik şu ki: bu bir iade-i itibar hikâyesi.

 

Oyunun ekseninde bilim insanlarının çalışma halleri, kişiliklerinin etkileri veya bir kadının ‘bilim adamları’ camiasında kendine yer eşeleme ve tutunma çabası öne çıkarılsa da, bir laboratuar ortamında değil de farklı mecralarda geçen kişisel serüvenlerimize ışık tutar biçimde üstte bahsettiğimiz kazanmak için neler gerekli sorularına da cevaplar veriyor. Yani bir denizin yüzeyi ve alt katmanları olduğu gibi Fotoğraf 51’in de katmanları var. Kazanmak istiyorsak eğer nasıl kazanırız? Kaybettik ama nasıl kaybettik? Oyunun finaline doğru Maurice Wilkins kaybettik diyince Rosalind “Hayır, kaybetmedik, dünya kazandı.” diyor. Bu gerçekten böyle midir? Onca uykusuz gecenin, onca endişenin, onca çabanın üstüne mağlup olduğumuzda gerçekten böyle iyimser olabilir miyiz? Sanmıyorum. Eğer öyleyse kaybedenin müthiş bir oyunculuğu söz konusudur ortada. Hem doğrudur hem değildir. Kayıp bireysel, kazanç toplumsal. Bir bakıma güzel, içi ısıtan da bir bakıştır bu. Rosalind’ler öyle diyorsa öyledir ve bırakalım buna inansın’lar. Hepimiz bir şeylere inanıp, onlara tutunmuyor muyuz zaten?

 

Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini heyecanını DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor. Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları; ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle  iyi bir oyun Fotoğraf 51.

 

Kadro güzel ve uyumlu. Altı bilim insanı: Beş erkek, bir kadın. Funda Eryiğit, Cem Avnayim, Orçun Soytürk, Bahadır Efe, Korhan Soydan, Selahattin Paşalı. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim ki, özellikle Orçun Soytürk ve Selahattin Paşalı rol çalmadan başarıyla kalp çalıyorlardı. Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’u kayırması misali ekipten diğerlerine nazaran daha ayrı sevdim onları. Buradan Afife Jale jürisine sesleniyorum: her ne ödülüyse artık o ödüllerden biri Selo Paşalı’ya verilecek!

 

Son olarak,

 

öncesinde on yıllardır mekanik düşünme ve yaşantı biçimine sahip popçu-topçu görsel kültürüyle hırpalandığımız şimdiyse Youtube çılgınlığı yahut vasat Instagram pervasızlığıyla bozguna uğratıldığımız bu dönemde Rosalind Franklin şahsında vücut bulmuş bir dünyayı geçici değil ebedi nitelikli bir anlamlandırma çabasını görmek benim gibi bir kararsız korkağı mutlu ediyor, silkelenme çağrısı yapıyor. Elbette her hayat kişiseldir, formülize edilip, birey birey reçete olarak dağıtılamaz, lakin ilham verebilir.  Belki de biyografiler bu yüzden önemlidir kim bilir. Güven, güç ve motivasyon sağlıyor olmalılar.

Biyografi özelliği taşıyan Fotoğraf 51 de, kaybettik diyen Wilson’a hayır, kaybetmedik dünya kazandı diyebilen ‘güçlü olduğu kadar, kırılgan da olan’ Rosalind’in bir kadın olarak bilim dünyasında uğradığı zorluklar, var olma çabası, yarışçı ve hırslı karakteri ile üretme aşkı, bulma arzusu bize bir şeyleri gösterdiği ve verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da iyi bir oyun. Bir kadın bilim insanı imgesiyle aslında genel anlamda bir ‘öteki’nin, bir güçten yoksun olanın statü kazanma çabası dünyadan. Belki de bu yüzden fikriyat ve hissiyat olarak özdeşleşebilmem karakterle.

Gidin ve izleyin.

Esinlendirir.