Bir Oyun, Yalnızlar Kulübü – B Planı; Biz Tek, O Hepimiz !

”Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.”

okurken çalsın bu şarkısı

Adsız

Çenemiz durmaz; afili laflarımız ile beylik ahkamlarımız asla eksik olmaz. Oysa söylemek istediklerimiz dağ olmuştur da, o dağ içimizin okyanus diplerinde kaybolup gitmiştir çoğu zaman. Kendimizin dahi ne bu deruni maviden ne de ardındaki yükseltiden haberi yoktur artık. Unutmuş, halının altına süpürmüş ve olay mahalinden uzaklaşıp, gitmişizdir. 

İnsan haykırmak isteyendir. Giderilmemiş hesaplar bir gün değil, her gün gelir bizi tırmalar. Ruhumuz içine usta işi rengarenk bir resim işli camdı da evvel, bu cam binbir parçaya ayrılıp, dağılmış uyumsuz bir çöptür şimdi. Parçaları birleştirmek zahmetli, dönüş yolunu bilmemek kederli, bütünlükten mahrum olmaksa acı. Değil mi ki öfkemiz bu yüzden yakıcı, kabarık ve anlaşılmaz. 

Öyle arsızdır ki ‘önce’ye duyulan özlem, sonradan olunan’ın kıymetini hakkı ve yoğunluğuyla yaşamayı değil de, olunmakta olanın muhtemel kaybına duyulan kaygıyı derinleştirir durur. Klişedir: Hayatın ritmi bozulur ve ‘an’ kaçar. Ahh şu ‘yeni’yi fay hattı üzerine kurulu bir binaya dönüştüren ‘eski’den kaynaklı kapanmamış çatlaklar. Mış gibi bağlanmalar, tekinsiz varoluşlar! Sevilmemekten ürker, terk edilmekten ödümüz patlar. Suçluluk hissi mi, o bizi mahveder. Neden böyle olur? Bir cevabımız yoktur ekseriyetle. Cevabımız vardır da, içimizdeki okyanuslar onları baskıladığından bilemez ve konuşamayız. Gözyaşları da işte tam olarak budur, dile gelemeyenler göz pınarlarıyla ifadesini bulur. Biz insan, söyleyemediklerimiziz. 

Sesimizi yükselttiğimiz yerler, sesimizi alçaltıp kuyruğumuzu sıkıştırdığımız yerlerin çokluğundan gelir. Zihnimizde çalkananlar dil, diş ve dudağa ulaşmak için boğazımıza gelir, gelirler ama orada düğümleniverirler. Düğümlenenlerse birike birike bir toparlak zehir olur da, gider kalbimize sıkışır. Kalp bu, ne kadar dayanır? 

B Planı’nın üretkenliğine kurban, kıskandığım yerli ve milli yazarı Sami Berat Marçalı’nın yazıp, yönettiği oyunu Yalnızlar Klubü tam da o kalbin sıkıştığı andan konuşuyor. Oyun bir kişisel gelişim kursunun on haftalık sürecine odaklanarak, eğitimcisi ve katılımcılarının kamuya özel resmî hikayeleri üzerinden kendilerine problem yaratan kamu dışı gayriresmî tarihlerini şeffaflık ve dürüstlük şiarıyla açığa çıkararak (ki bazen bu şiara ters düşülüp çıkarılmayarak ) bize neşe, keder ve yüzleşme imkanı sunuyor. Yaramaz Emel’in evlilikte boğulma hissi, silik Buse’nin seçilen olmama öfkesi, kederli Mehmet’in suçluluk duygusu, cool Nazım’ın hata yapma endişesi, agresif Kerem’in terk edilme ürküsü ve (bilge değil) bilgiç Demet’in (kolektifte saklı ben, ‘yardım etme’de gizli tiranlık) kendi yalnızlığını toplumsallaştırma arzusu. Hangimiz onlardan biri veya birkaçı değiliz ki? Birbirimizde saklıyız biz insanlar her birimiz.

Renkleri, çelişkileri ve maskeleri.  Gösterdikleri göster(e)medikleri, görülenler görül(e)meyenler. Ambalajını zorlayan doğrular, makyaj yetmeyen yalanlar. Kan kaybediyoruz, iyileşme arzumuz öyle fazla ki, nasıl da açız hakikate ve hakikat ona vakıf olduğunu iddia edenin elinde nasıl da oyun hamuru. Eğilip, bükülen. Yazar acele etmeden, ince ince resmetmiş tüm bu ahvali.

Oyunun “hayat, ritmini bul!” diyen eğitimcisi Demet mesela vahiy gelmiş bir peygamber gibi dolaşır ve verirken vaazlarını kalesinde, tüm coşkulu tavırlarına rağmen öyle mekanik ve hissiz ki, on hafta – yani dile kolay yetmiş gün boyunca- çabucak geçmiyor-geçemiyor ayetleri hayat yolunda müritleri olmuş biçarelere. Emel yaşadığı yalandan yine kendi yollarıyla kurtuluyor; Kerem kurtulamadığı terk edilmişliğinin hıncını misillemeler ile bastırıyor;  Mehmet sanki canlandırma yoluyla suçundan arınıyor gibi, ama o da gibi, çün akıbeti bilmiyoruz; Buse çekingenliğini atıyor üzerinden lakin bu sefer de kırıcılığa meylediyor, yani balans tutmuyor; Nazım, bir diş ona geçmiyor sanki, programın sahibi Demet’in kıramadığı ceviz, kıramadığı için de belki mercimeği fırına verdiği. Bu da bilgiç vaizin kendi yarası belki de: Duvarı aşmak isteği. Hükmetmek saplantısı: Sözle geçilemeyerek cazibesi artan duvarın ardına hükmetmek. Onca dürüstlük ve şeffaflık söylevine rağmen etik sınırları ihlal ederek, katılımcısıyla gruptan gizli sırlar biriktirmek.. Oldu mu? Olmadı. Ama kim kime yedirirse meydanı burası. Ya tutarsa?

Hadi karamsar değil de, iyimser olalım. Basmakalıp lafları ve beylik ahkamlarıyla geçti ve şifa oldu diyelim vahiyleri. Ama gerçek şu: Tüm söyledikleri kendine telkindi aslında. Şöyle ki: Mürit yaralıdır, aciz ve muhtaç. Vaiz o çaresizi bulur da, vaizin çaresi nerde? Mürit yeter mi, yetmiyor işte. Hepimiz birbirimizin aynasıyız. Ben toplumda, toplum bende saklı. Kendimizi bir yana dünyayı bir yana koyunca unutuyoruz. Bağır bağır yargıladıklarımız yapmaktan sıkıldığımızı yapabilenler; kıskanıp sinsi dediklerimiz esasında arzu ettiklerimize ulaşabilenler. Sitem ettiğimiz  kişi çoğu zaman sevgisini istediğimiz. Hepimiz en azından bir çift kulak bir çift bakış istiyoruz üzerimizde gezinen. Vahiylerin kesilmesi, harbi muhabbetlerin başlaması ümidiyle bindik bir alamete gideyoz kıyamete; kimi kişisel geliştiriyor kimi yaşam koçu kimi nefes verip şifa dağıtıyor, muazzam bir ticarettir akıyor…

Peki biz izleyenler neredeyiz? Önümüzde derdi olan bir metin canlandırılıyor da, oluverenler kıyımızdan geçip gidiyor mu? Yüzleşme denilince işin içine seyirci girmez mi? Metnin de bir biçimde gündeme getirdiği yetersizlik veya değersizlik hisleri, kontrol edemediğimiz öfke, baskı altında tuttuğumuz arzular, söylemekten imtina ettiğimiz hakikatler, kırıcı olmak istemezken suskunlukla incitmeler ya da birini hiç incitmek istemediğimizden şişen kendi karınlarımızla biz tabii ki etkileniyor, empati çemberinde turlar atıveriyoruz. Üstelik bu etkileşim oturma düzeninin ve ( süprizcik olsun) bazı ufak kağıtsal dokunuşların etkisiyle iyice artıyor, yani seyirci yüzleşmenin kıyısında elbette. Her an suya itilme beklentisi (veya endişesiyle). Sözgelimi sadece beğeni dile getirmeme değil de, bu yazıyı yazmama da vesile oluyorsa, oyunun bir kuvveti ve bu kuvvetin de beni tetiklemesiyle ( derinliği, yoğunluğu kişiden kişiye değişir) değerli olduğuna emin olduğum bir yüzleşme söz konusudur. 

Hasılı kelam ısındıkça daha da oturacak iyi oyunculukları, isviçre çakısı dekoru, sade-akıcı anlatımı, müstehzi tespitleri, dokunaklı  mizahı ve sanırım dünyada son iki insan kalana değin daima ‘hem güncel hem retro olacak’ temas ettiği konularıyla Yalnızlar Klubü yalnızca bu sene değil, tüm zamanlar için tatlı ve sıcak bir oyun. İzleyin!

 

– kapak resmi: marianne von werefkin

Bir Oyun, Yuva – B Planı; Anlaşıldığın Yerdir Yuva.

YUVA – B PLANI

                           “(…) Kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına.”

 

Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” geçer Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanında. 

Anlaşılmadığını düşünmek yahut fark etmek üzücüdür, kırıcıdır. Bu bazen çevremizdekilerin anlayışsızlığından bazen de kendi içsel kısıtlamalarımızdan kaynaklanır. Ama kökeni ne olursa olsun kendini hiçbir şekilde anlatamamaksa kahreder. Hayal kırıklığıdır, kimi zaman da isyana değin süren yoğun bir ızdırap. Buradayızdır, varızdır, ama yokuzdur; mış gibi var olmak. 

B Planı’nın Yuva oyunu bu mış gibi varoluşlara odaklanıyor. İki kardeş ülkesindeki savaştan, biri cinsel kimliğinden, biri de müzik tutkusundan ötürü sürgün dört kişi tesadüflerle bir araya geliyor ve biz onların anlatma ve anlaşılma çabalarına tanık olurken, ifade ihtiyacının evrenselliği ve bir o kadar da yaratıcılığa müsaitliği önümüzde salınıp duruyor. Sami Berat Marçalı yaşarken anlaşılmaya mecburlara dokunaklı ve iç içe geçmiş parçalı bir anlatıyla fırsat veriyor ve bu doğrultuda evrensel ihtiyacın yazma edimiyle buluşması sonucu derdini sahneye başarılı bir biçimde taşıyabilmiş. Yazarı anladık. Peki, ya karakterleri ne yapıyor? Birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir mekanda. İşte herkes bu kadar mahir olamıyor iletişim konusunda. Ya hiç konuşmuyorlar ya da sözün pek hükmünün olmadığı vücudunu söz kılan bir primata dönüşüveriyorlar. İşte ilkel yahut uygar: Anlatmak ve anlaşılmak. Ötekine dokunabilmek. Değişmiyor. 

İngilizce bilmeyen iki kardeş Amerika’ya denizden düşüyor. Deniz arzudur, lakin her arzu hayal kırıklığını da beraberinde taşır. Amerika’ya düştüklerinde rasgele bindikleri göçmen taksici ve akabinde yaşadıkları bir kaza sonucu iki kardeş birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Acı. Küçük bir kargaşa sonrasında bakıyoruz ki abla taksiciyle kalmış, otistik erkek kardeşiyse taksinin çarptığı eşcinsel erkekle. Dalgınlığımdan değilse oyunda karakterlerin ismi yok. Bu da yazarın kendini ve meselesini özgür bırakması demek. Çünki isimler kimi zaman sınırlayıcı zararlı birer koddur. Kişinin yaşamsal pratiğinin önüne geçen ön yargılardır. Sözgelimi ben buna pozitif yahut negatif olarak çok maruz kalıyorum. Hüseyin Ali. Direkt bir Alevi uyarıcı. Aleviler kimileri için sevimli kimileri için tehlikeli. Üzerimde soyut bir uyarı levhasıyla dolaşıyorum yani. Oyunda kardeşlerin kopmasına sebep de böyle bir kod. Taksici göçmen ve kaçak olduklarını anladığı bu iki kardeşten “bomba” kelimesini duyduğunda panikle direksiyon ve yol kontrolünü kaybettiğinden kaza meydana geliyor. Yaşamda var olan ama bir türlü toplumsal alanda görünürlüğü arzulanır olmayan ötekilerin de ötekisi eşcinsele çarpıveriyorlar. Manidar. 

Müzik tutkusuyla Amerikaya gelmiş fakat gündüzleri balıkçılık geceleri taksicilik yapmak zorunda kaldığından, müziğe, yani belki de hayattaki tek ifade olanağına küsmüş göçmen bir taksici. Bu küslük bu bastırma yüzünden belki de sürekli öfkeli ve hararetli konuşması. Aktör olmak isteyen fakat ailesinde olduğu gibi sahnede de “yumuşak” bulunduğundan bir türlü kabul görmeyen ve tesadüf eseri “yine” kendisini hem anlamayan hem de yanıtlayamayacak olan fakat “dinleyecek” bir kişiyle başbaşa kalmış eşcinsel birey. Bu yüzden belki de arzularından ötürü özür dilemesi ve kırılgan olması, anlaşılamamanın duvarlarına çarpıp durması. Ülkeleri savaşta bombalandığından ailesinden geriye bir tek dediklerini anlamadığı otistik kardeşi kalan ve onu da kaybetmiş bir abla. Koca evrende yapayalnız köksüz kuru bir dal olmaktan korkması, bu gizden belki telaşı. Yazarın da içindeki dinmek bilmeyen çığlığın ve anlatma iştahının yansıması olduğunu düşündüğüm hiç konuşamayan fakat kendini bazen yazarak yahut çizerek anlatan otistik erkek kardeş. Her yazar dile hakim olduğu kadar dilden mahrumdur da; hakimiyeti mahrumiyetinden, dile getirilmeyen getirilse de dinmeyecek acıların çokluğundan doğar. Ol travmalardan ötürü konuşmadan mahrum otistik kardeş kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına. 

Hasılı kelam hayatın serüvene çağırarak yuvasından ettiklerinin dinmeyen huzurlu bir çatı arayışlarının hikayesi olup, dilin yakınlaştıran olduğu kadar uzaklaştıran ve kutuplaştıran da olduğunu ortaya koyan tüm ayrıntıları ve de etkili performans gösteren oyuncularıyla “Yuva” güzel bir oyun. Nokta.