İphone Yalnızlık Aplikasyonu ya da Muzaffer’in Önlenebilir Düşüşü

Piyonunu şahın önünden iki kare ileri sürdü. Cep telefonundan online satranç oynuyordu. Telefonu (daha doğrusu İphone’u ) alalı iki ay, oyunu yükleyeli de bir ay olmuştu; fakat yeni birisine göre oldukça iyiydi, sıralamada deneyimli oyunculardan bile ilerdeydi, milyonlarca puanı vardı. Günlerdir sabah akşam demeden aralıksız oynuyordu ve son iki haftanın da neredeyse herkesin karşılaşmaktan imtina ettiği namağlup birincisiydi. Handiyse bu telefon ve oyun hayatının anlamı olup, kıymetler üstü bir kıymete binmişti. Bugün, bu sefer ise çok farklıydı. Hani ‘rutin’ bir halka oluşturur ve gün gelir o halkada bir baloncuk çıkar, bu baloncuk da kırılmaya yol açar ya, işte böyle bir baloncuk akşamıydı. Her şey yolunda gidiyordu. Ta ki…

Piyonunu şahın önünden iki kare ileri sürdü. Sanki karşısında dijital bir varlık yokmuş da, kanlı canlı biri varmış gibi ‘’Hadi görelim bakalım başlangıcını! Başlamak zordur, evlat. İyi başlarsan ne kadar kötü koşarsan koş güzel bitirirsin. Kötü başlarsan, vay hâline!’’ diye kendi kendine ekrana karşı söyledi. Dudaklarını kemirdi. Rakibi oyuna atıyla başladı. Bu hamle nedense ona, çıraklık vakitleri hatırası olsa gerek, her zaman maceraperest ve kuvvetli bir oyuncuyla muhatap olduğu hissi verirdi. Şimdi de aynısı oldu. ‘’Hımmm demek dişli rakipsin, biliyorum diyor ve Don Kişot hamlesi yapıyorsun.’’ dedi. Hamlelere kendince verdiği isimlerdi bunlar. Atla gelen başlangıçlar ona maceraya atılmayı çağrıştırırdı ve maceraperestler sonuç değil sebebin kendisi olduklarından ötürü güçlü insanlardır diye düşünürdü. Nedense Don Kişot aklına düşmüş ve kendisinin de bu durumda yel değirmeni olduğunu varsayarak bu hamleye bu isimi uygun görmüştü. Karşı hamle olarak Doktor B beşlisini oynamaya karar verdi. Bu hareket oynayana mutlaka ama mutlaka en kötü ihtimal beş artı iki hamlelik oyun hâkimiyeti sağlardı. Vezirinin hesapladığı plan doğrultusunda hareket kabiliyetini arttırmak için sağ çaprazındaki piyonunu da iki kare ileri götürdü. Böylece en önde birbirine paralel iki piyonu olmuş oldu. Bu taktiği Stefan Zweig’in nefis romanı Satranç’ta öğrenmişti.

Bu oyun içinde oyunuyla oyunun bütününden hem edebi bir zevk tadıyor, hem eğlenmiş oluyordu. Aslında burada bastırılmış fakat gün yüzüne çıkmış bir acı da saklıydı. Şöyle ki, yıllar evvel içi yazma isteğiyle dolu bir yeniyetmeyken, çeşitli engeller, ertelemeler ve korkularla, bu arzusundan gün geçtikçe uzaklaşmış ve sonunda kendini kabuğundan çıkmayan, bırakın kalem oynatmayı kitap dahi okumaz huysuz ve küskün bir adama dönüşüvermiş olarak bulmuştu. Evet, bulmuştu. Çünki ona sorarsanız sanki derin bir uykuya zorla yatırılmış da, yüz yıl sonra uyandırılmış ve salıverilmiş gibiydi. Kalbinin yerine kara bir taş koyulmuş, kafatasının içineyse saman doldurulmuştu. Uyku dediği aralıkta neler olduğunu ve ne yaşadığını da bilmiyordu. Bir gün uyanmış ve öykündüğü adama, yani Zweig’a yaraşır biri olamadığını görmüştü. Üstüne üstlük zaman da boş durmamış ustalığını onun bedeninde sergilemişti. Saçları dökülmüştü, gözlerinin altı çiziklerle doluydu ve elleri titriyordu. Kırklı yaşlarında olmalıydı. Yalnız yaşıyordu; evde çıt çıkmadığına ve ondan başka kimsenin etrafta donu olmadığına ve bu etrafta olan donlar toplanıp uygun yere bırakılmamış olduklarına göre, bu kesindi. Ailesi, dostları neredeydi peki? Hiç mi yoklardı? Hep mi böyleydi? Buraya nasıl gelmişti? Göbeği bile vardı! Bu kimdi? Hantallığın ve tembelliğin tam karşılığıydı. O muydu? Kendisi miydi yani? Ne yapabilirdi ki bunla? Taş bir kalp ile destanlar mı yazılırdı, çöp olmaktan başka neye yarar? Saman bir beyinle fikir mi üretilirdi, bu koca evrende bir çınlama olmaktan başka kime faydası olur? Hantal bir vücut neyin savaşını hakkıyla verebilirdi..? Bu gibi yıkıcı sorularla kendini ufalamış, iyice toz haline getirmişti. Rüzgâr aralık bulup evine, oradan da odasına giremediği için toz bütünü olarak öylece kalabildi. Bu mevcut kendisinin de nereden geldiğini bilmediği ve bulamadığı için nereye gideceğini kestiremedi bir türlü. Benden geçti, benden geçirdiler diye söylendi bir zaman.

İçi o kadar kaynaksız ve hedefsiz öfkeyle doluydu ki, adeta on kişinin linçine maruz kalan ve dayağın nereden geldiğini bilmeyen bir avare gibi kendini savunmak adına mecazi ve hakiki tekmelerle yumruklar savurmuştu kendinden dışarıya dışarıya. Bir sinir harbinde seçme kitaplardan oluşturduğu kütüphaneyi devirdi, en sevdiği film sahnelerinden bayılarak bastırdığı duvarlardaki afişleri yırttı ve özenle bıkmadan usanmadan duvarlara çiziktirdiği mısraları, replikleri ve alıntıları karaladı. Odası hafriyat ve kanla dolu bir iç savaş artığı oldu. Bu kriz uzun sürdü. Sonunda benden geçti demesi sorumluluğun kendinde olduğunu hatırlattığından, yani ‘o tren önümden geçti ve ben binmedim’ manasına geldiğinden, fakat bu kendi kendini tokatlamak gibi bir şey olduğundan ve çoğu kişi gibi o da böyle bir oto suçlama-cezalandırmaya daha fazla dayanamayacağından ‘’benden geçirdiler’’ dedi. Demek zorunda kaldı, ( zorunda kaldı çünki bu hayati bir mecburiyettir, arkadaşlar.) Sonra durdu. Derin olan uğultulu sessizliğinin keyfini çıkarmaya karar verdi. Ya da bu bir yanılsamaydı ve o bunu keyif sandı. Denizin üstünde gözleri kapalı, sırt üstü uzanmaya benzetti bu hâlini.

Bir gün sakinlediğinde yıkıntılar arasından başını çıkarmış o eski dostunu gördü. Stefan Zweig’tı bu ve Satranç kitabıydı. Dudaklarının arasından belli belirsiz ah sevgili dostum sesi çıktı. Ellerinin titrediğini ilk öyle fark etti. Uzanmaya üşendi, uzanıp almaya korktu. Çok eski bir tanıdığı görünce insan bir an durur ve süratli anılar silsilesinden sonra sımsıkı sarılır ya, öyle bir hışımla çekti ve sayfalarını evirdi çevirdi, bir saatte okumayı bitirdi kitabı.

Heyhat hiçbir şey hissetmedi. O eski toy heyecandan, yüksek hayranlıktan eser yoktu üzerinde. İşte o an beyninin yerinde saman, kalbinin yerinde de taş olduğunu idrak etti. Ondan hakikaten geçmişti. Uzun hikâye, satranç oyununu öğrenmeye bundan sonra karar verdi. Öğrendi de. Belki artık şiirler düşlemiyor, öyküler yazmıyordu ve büyük bir roman bırakamamış olabilirdi bu hayata, lakin bu nimetlerden aldıklarının karşılığı olarak satranç oyununda kendince uydurduğu isimlerden birini edebi babası Zweig’ın bir karakterinden seçmişti. Dr B… Doktor B beşlisi. Çatlağını bulan su misali gün yüzüne çıkmış saklı acı buydu işte. Neden adlarına tuzluk hamlesi, çatal beşlisi veya turşu atağı demiyordu da Don Kişot hamlesi ve Doktor B beşlisi diyordu? O kendinden geçtiğini düşünsün, ah o UKDE ah, o öyle yaman bir kemirgendi ki, yolunu bulur ve çıktığı yerde yaşlı bir ninenin ağzındaki altın bir diş gibi sırıtırdı. O bunun farkında değildi, belki de farkındaydı da, her zamanki çok bilmişliğiyle ‘’İnsanın kimliği yaralarıdır, olur o kadar’’ deyip görmezden geldi.

Eğer kafasındaki taktik ilerler ve rakibi buna çözüm bulamazsa bugüne kadar bu başlangıç oyunuyla neredeyse hiç kaybetmemişti ve şimdi de kaybetmeyecekti. ‘’Bakalım ne kadar dişlisin Kasparov_23’’ dedi. Kasparov_23 rakibinin rumuzuydu. Kasparov bildiğimiz satranç ustasıydı da, 23 neydi diye düşündü. Yaşı olacak herhalde derken rakibi şah tarafından bir diğer atını daha sürdü. Böylece kendisinin beş artı iki olan hamle esnekliği beşte kaldı. Oyun kısa sürmeyeceğe benziyordu. Rakibin hamlesinden hoşnut olacak ki, ‘’Güzel.. Ya çok zekisin, Kasparov_23’’ dedi, ’ya da yaşın 23 değil.’’ Ortaya bulmaca atıp çözmek en keyif aldığı işlerden biriydi. Kendin çengel kendin çöz diyordu buna. Kendin pişir kendin ye cümlesinden mülhem pek matah bir benzetme olmadığının farkındaydı, fakat her zaman yerinde ve şık ifadeler bulmak zorunda değildi ya, bu da böyle kalsındı diye düşünmüş, bırakmıştı. Şu telefon ve internet de olmasa ne yapardı kim bilir? Yeni keşfettiği bu ikili namına, benim gibiler için büyük nimet, dedi içinden. ‘’Acaba memleketi olmasın; 21 Diyarbakır, 22 Edirne, 23 belki de Elazığlı.’’ dedi. ‘’Aman bu memleket işareti koyanlar da ya hiç çekilmez yavan tipler olur ya da oyununa doyum olmaz muzır tipler.’’ Bu Kasparov hangisiydi? Umarım ikincisidir deyip şahın solundan atını iki kare öne bir kare sağa sürdü. Doktor B beşlisinin içindeyken gelen at hamlesine de Aylak Adam adı vermişti. Çünkü oyunda üç at birden vardı, bu bir kır gezintisini andırıyordu ve piyonlarıysa başı boş duruyordu. Bunda içten içe bir hüzün ve uyumsuzluk görüyordu. Size göre olmayabilir, lakin ona göre bu meşru bir benzetmeydi; gerekçesi de şuydu ve kendiceydi: ‘’Neticede her metnin velayeti yazarından çıkar, okuruna geçer.’’di.

Rakibinin hamlesini beklerken kendi kendine konuşmaya devam etti. Susamıştı. Telefon ekranından gözünü ayırmadan mutfağa doğru koyuldu. Damacanada su kalmadığını görünce sucunun telefon kartını arandı, bulamadı. Hay Allah nereye koydum, acaba magnet yine düştü de dolabın arkasına mı kaçtı dedi. Telefonu tezgâhın üzerine bıraktı. Uzun zamandır oynadığından elleri bir garip olmuştu; kıtlattı. Başparmağını sağa sola yukarı aşağı oynatmaya çalıştı. Çaydanlıkta su olacaktı deyip bir bardak indirdi ve evet su vardı, doldururken telefondan bip sesi geldi. Baktı. Kasparov_23 mesaj atmıştı. Dijital de olsa birinden sohbet işareti alması hoşuna gitti. Neşelendi. ‘Sen bittin, Kümülatif Muzaffer ; )’ yazıyordu mesajda. Büyük bir kahkaha koyverdi.

Evet, adı Kümülatif Muzaffer ve evet bu bir mahlastır. Bu ismin birincisini, sözlüğe bakarsanız bir başka beni dinlerseniz bir başka, fakat siz elbette her iki anlamı da dikkate alın, yani Kümülatif’i musluktan akan suyu düşünerek bulmuştu. Hani aslında su damla damla çıkar da, biz musluğu çevirdikçe bütünlük oluşturur ve kalın bir çizgi halini alır ya, işte hayatta yaşadıklarımızı da buna benzetmişti. Hatta o bu kadarıyla yetinmeyip hayatta yaşamadıklarımızı, uyuduklarımızı, içimizde kalanları da bu bütünlüğün, hayat yolculuğunun, bir parçası saydı. – Belki de aslında bu ‘yaşananlar’ dediklerimiz kesik kesik kalıyordu da, en çok bu ‘deneyimlenmeyenler; yaşamadıklarımız, uyuduklarımız, içimizde bıraktıklarımız’ boşluksuz, katı bir bütün oluşturuyordu. Yaşananlar dağınık ve sakince belleğimizde istirahatta olup duygularımızı mutluluğa doğru evriltmiyor iken, yaşanamayanlar huysuzluk ederek galebe çalıyor, hayatı tamamiyle acılaştırıyor, mutsuz ve karanlık kılıyordu. – diye de düşündü… 

Muzaffer de sözlüklerde gördüğümüz, sokaklarda duyduğumuz, bildiğimiz Muzaffer’di işte…
Esas isim mi?
Şu soğuk damgalı kafa kâğıdındaki ismi mi diyorsunuz? Onun ne önemi var ki?
Korkudan mı diyorsunuz bu tercih? Evet, belki bir korku belki bir memnuniyetsizlikten ötürüdür.

Fakat işin doğrusu, kendisinin bir mahlastan fazlası olduğunu bildiğimiz Kümülatif Muzaffer’in bu konuda bir kelamı vardı elbette, ondan dinleyelim: ‘’O nüfus cüzdanlarındaki isimler ki, ebeveynlerin gerçekleşmemiş hayalleri, kaçırılmış fırsatları ve karşılanmayacak beklentilerinin bir bütün olarak çocukların üstüne giydirilmesidir. Tasmalı yazgıdır ve kölelik işaretidir.’’ Alın bir de buradan yakın. Şimdi söyleyin bakalım, esas isim mi esas isimdir yoksa mahlaslar mıdır esas isim? Hâsılı kelam, bir insanın esas ismi, arkadaşlar, kendisini varlığı yokluğu bütünüyle hissettiğidir. ”Kişi kendi isminin önce yaratıcısı, sonra sahibi ve de taşıyıcısı olmalıdır.”

Nerdeyse keyiften göbeği çatlayacaktı ki, kahkahasını durdurmuş, bir bardak su daha içmişti. Bu herife bir yakınlık hissetti. Herif mi? Belki de kadındı, kim bilir. ‘’Elazığlı mısın yoksa yirmi üç yaşında mısın bilmem, ama esas sen bittin Kasparov efendi.’’ diye söylendi ve mesaja yanıt yazmak için telefonuna uzandı. Aldı, yüzündeki hin ifadeye engel olamıyordu. Bu bitimsiz neşe de neyin nesiydi böyle? Yüzyıllık uykudan uyandırılan o değil gibiydi. Tuş kilidini açtı. Karnına bir sancı oturdu. O an elektrikler kesildi, telefonu elinden yere düşürdü. Karanlıktan korkardı. Telefon ters dönmüş bir hamam böceğini andırıyordu ve altından cılız bir ışık yayılıyordu. Eline alıp baktı, ekran tuz buz olmuştu. Simsiyah gökyüzünü aydınlatan havai fişek patlamalarını andıran rengârenk bir görüntü vardı yalnızca. Ne yapacağını şaşırdı. İki ay evvel 4200 Tl verip almıştı bu telefonu, adı iphone’du fakat ismi ve parası hiç umurunda değildi. Tek hakikat: yalnızlıktan korktuğuydu. Ekranı kırılmış bir İphone’unsa hiçbir şeye faydası olmazdı. Kendini iliklerine kadar uzun zaman sonra ilk defa böyle güçsüz ve biçare hissetti. Ne yani üzerinde keratinden bir kabuk vardı da, şimdi çatlamış mıydı yani? Cevabını bilmiyordu. Nerden geldiğini bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Bilmek istemiyordu. Her iki şakağına da boydan boya dehşet bir ağrı saplandı. Artık o an için ne satranç ne Kasparov_23 vardı. Bir başınaydı. Ve karanlıktan ve yalnızlıktan korkardı. O Kümülatif Muzaffer’di. Bağırdı. Kükredi. Olduğu yerden milim kıpırdayamaz olmuştu. Nefes aldı. Birden nasıl ve neden o derin uykuya daldığını hatırladı. Esas ismi, eski arkadaşları, gezmekten hoşnut olduğu yollar, söylemeyi sevdiği şarkılar, okumaya bayıldığı kitaplar ve en önemlisi gerçekleştirmeyi umduğu arzuları, kurmaktan hoşlandığı hayalleri gözünün önünden birer şimşek parıltısı, birer rüzgâr gibi kümülatif bir biçimde geçtiler. Kendisini yükselttiğini sandığı o yalnızlıktan ötürü uyumuştu Muzaffer. Kadim bir efsuna kapılmış, gitmişti işte. Oysa o, Kümülatif Muzaffer, yükseldim sanırken meğer bildiğin düşmüştü. Bunu kendine böyle üç kere söyledi.

Gece yarısıydı. Sokak lambaları da kesilince uzun ovalara ve yıldızlı gecelere yaraşır bir sessizlik olmuştu. Hayat biraz da elimizde olmayan şeylerdi. Elektrik tesisata gelmedi fakat Muzaffer’e geldi ve her şey aydınlandı ve o ayırdına vardı. Gözünün önünde elinin dibinde telefonun cenazesinin olduğu yerde damacana su satıcısının kartını buldu. Siyah fon üstüne pembe harflerle Hayat Su yazıyordu ve yanına da bir palyaço suratı koyulmuştu. Her şey o kadar saçmaydı ki, güldü. Elinde magnet kart, katlandı Kümülatif Muzaffer ve cenin pozisyonunda uzandı. ’Kasparov’’ dedi ‘’Kasparov, geleceğim.’’ Böğüre böğüre, hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağlamaya başladı. Ev sarsıldı. Bina sarsıldı. Sokak sarsıldı. Cadde sarsıldı. Mahalle sarsıldı. Semt sarsıldı. İlçe sarsıldı. İl sarsıldı. Ülke sarsılmadı, o kadar büyük değil. Birkaç bardak yoğun titreşimden ötürü yukarıdan yere düştü yalnızca. İçlerine de Muzaffer’in gözyaşları doluştu. Böyle sırılsıklam ve büzülmüş iken uykular alemi onu usulca içine aldı.

Ayıldığında gün aydınlanmak üzereydi. Kemikleri sızlıyordu ve burnunda şeffaf sümükten bir baloncuk vardı. Patlattı.

Güvensizliğin, Bir TL Toplayanların ve Devletin Kökeni: Galip’in Mağlubiyetleri

‘’İnsanın yazgısı sosyal bir varlık olmasıdır. Bir başınalığı ne mümkün ne haktır. Kişi insandan ayrı düşmüşse kitapla, hayvanla, bitkiyle gönlün eğler. Kitap, hayvan, toprak, su, bitki, güneş tüm bunlar canlıdır. İnsandan kasten uzak duran insan varsa, o ya meczuptur ya da kırgın ve kızgındır, ona değilmez, el edilmez; şu diğer canlılardan mahrum insandansa korkulur. Büyük şehirler bu yüzden kötüdür. Çünki (…) ’’ Ninem ( 1929 – 2016 )

Doğumumuzdan ölümümüze değin birçok kişiyle, selam alıp vermek dâhil, yoğunluğu değişen ilişkiler içinde bulunuruz. Kiminden şifa alırken, kiminden ruhen sakatlanırız. Sakat bırakanların bazıları kurşun yarası, bazıları makas kesiği, bazıları da sinek ısırığı gibidir. Böyle sakatlıklar açısından bakınca Galip bugüne kadar altı duygusal ilişki yaşamıştı. Biri annesi, biri babası, üçü manitası, kalanı da yekten arkadaşlarıydı. Annesi onun doğumu esnasında ölmüş, yedi yaşına değin babası tarafından bakılmıştı. Suçlu Galip. Arkadaşlarından türlü yaralar alıp kelekler görmüş; hayatı boyunca yaşadığı üç manitasal ilişkide de terk edilen olmuştu. Yanisi yaşamı Yeşilçam’ın Ayşecik Ömercik melodramları veya Küçük Emrah filmleriyle yarışır altüst oluşları barındırıyordu. Şöyle ki annesinin vefatından yedi yıl sonra babası evlenmiş, yeni ve cici annesi onu istememiş, bundan ötürü babası da onu yetiştirme yurduna vermişti. Bu ayrı bir konu. Edilgen Galip.

Yıllar yıllar üstüne binmiş; on dokuzunda yurttan çıkarılmış; umutsuz, biletsiz ve serseri bir delikanlı olmuştu Galip. Deniz kasabalarındaki kavruk tenli, ışıltılı gözlü yağız delikanlıları andırıyordu. Konuşma üslubu sokakların terbiyesinden ötürü hâliyle hoyrattı. Kirli ve bakımsızdı, fakat bu haliyle bile can yakıyordu. Bir flörtü vardı. Kahvede oturmuş, yancılık yaptığı bir masadan çayını hörp hörp içerken onu düşünmekteydi. Daha doğrusu onunla ilgili kararlar peşindeydi ve kararını verdi. Sıkıldım, yapamıyorum, bu flörtü bitireceğim deyip, çayından son yudumu kahvedekilerin dahi tepkisini çeken devasa bir hörpletmeyle kafasına dikti ve açık havaya çıktı. Gerindi; canı sigara çekti, birilerinden istedi, sordukları ona yok çektiler. Yere bakındı, hep küçük izmaritler vardı; beğenmedi. Karşı kaldırımda iki genç bekleşiyor, biri sigara yakıyordu. Onlara yönelmek istedi. Gençlerden içici olanı bir iki nefes aldıktan sonra minübüsün geldiğini görünce son nefesle sigarayı yere fırlattı. Galibin ağzı kulaklarına vardı. Allah be, o güzel insanlar, o güzel minübüslere binip gittiler; demirin tuncuna sigaranın torikine kaldık diye mırıldandı. Heyecanla yere bakınırken sigara kaldırımda altın güneş misali parlıyordu; dünyanın en efsanevi balığını yakalamış bir balıkçı gibi sevinçle, hemen üstüne atılıp, kavradı ve sönmesine fırsat vermeden derince içine çekti. Torikçi Galip.

Kızla olan ilişkisini bitirdiğini nasıl anlatacağını kurguladı, kurguladıkça ciğerlerini dumanla doldurdu. Sıkıldım, yok yapamıyorum, bunlar aslında palavraydı. Oysa yüzeyde değil de, derinlerde hissedip farkında olmadığı geçmiş yaşadıklarının verdiği korku, güvensizlik, öz saygı yitimi ve kaygılarla baş edemeyip, yaşamakta olduğu bu son sancılı ilişkisini bitirmeye karar vermişti. İlişkiyi bitirecek, terk eden olacaktı. Çünkü terk edilenler ömür billah sakat kalır ve Galip aslında bir kez daha yaralanmak istemiyordu. Hoş, daha ne kadar yaralanabilirdi ki; varlığı bir irindi ve bu hayat vadisinde öylece akıp duruyordu. Fakat yine ayrılamayacaktı biliyordu. Çünkü daima hayatın altın kuralı işlerdi: Birlikte olmanın en kötü konforu yalnızlığın rutubetine tercih edilirdi. Başını öne eğip, usul usul kahvehaneye dönüp, başka bir masaya yanaştı. Yancılık kontenjanından kendine çay ısmarlattı. Hayatında ilk defa isminin hakkını vererek; haklı ve gururlu olarak kahvede okeyi vururken –bugüne kadar anlam veremediği, fakat ne zaman duysa, her zaman söylemiş olana hayranlık duyup gıpta ettiği- ’Benim adım … ! ’’ cümlesini diyeceği anların hayalini kurarak yaşıyordu: Benim adım Galip! İlişkiyi bitiremeyeceğini bilirken, kimse onu oyuna katmadı. Tuvalete gidenler bile onu bir tur yerlerine oturtmadı. Çaylar soğudu, parti bitti, kahve kapandı; düşünceler baloncuğu patladı. Son günlerdeki öncelikli uğraşı bu ayrılsam mı ayrılmasam mı meselesiydi. Sonralıkla da işsizlik geliyordu. Galip bazen düşünüyordu da, hatta o kadar karmaşık ve daldan dala bu düşünmek eylemini icra ediyordu, ki kendisi bile kendisini takip etmekte zorlanıyordu, sözgelimi düşünen insan işsizdir, işsiz insan düşüngendir, düşüngen kişi üşengeçtir, üşengeç beşeriyetin sonu işsizliktir, işsizlik üretimsizliğe götürür, belki de sigortalı bir işim ve kafamı sokacak bir damım olsa bu ilişki meselelerini kotarabilirim, diyordu. Çağın filozofu Galip. Sarı sayfaları aramaktan, eşe dosta danışmaktan helak olmuştu. Suriye’den gelen göçmen dalgasının ucuz emek gücü olarak rağbet görüp ülke yurttaşında yarattığı işsizlik ayrı bir mesele, patlak vermesi muhtemel büyük savaşın şehirde umduğunu bulamazsa döneceği köyünü vurması ayrı bir meseleydi. Diyarbakırlı Galip. Aslında hiç görmediği, babasına dair bir hatıra olarak tuttuğu memleketi, sokaklarında yatıp kalkıyor olsa dahi her şehirli gibi onun için de gidilmeyecek fakat orada olduğu bilinecek bir deniz kasabası hayaliydi. Kaçabilmek fikrinin sıcacık kucaklayışı, insanı bir paket Hacıbekir lokumu gibi sarıp sarmalamasıydı bu. Akşamları toz bulutları ve sürüsüne yıldızın olduğu gökyüzünün altında, kerpiç evin önünde, hasır sandalyenin üstünde, cevizden bozma koca kütüğün üstünde rakısını içeceği bir ütopik kucaklama. Galüptopya.

Sarı sayfalara bakması, eşe dosta danışması dümendendi. Hoş, yetiştirme yurdundan kimi keş kimi moto kurye olmuş arkadaşları ve hocalarından başka nerdeyse kimi kimsesi de yoktu ya. Omzunu vereceği yahut omzunu alacağı bir tam kişi dahi sayamıyordu. Güven sözcüğünü yetimhane yıllarında dağarcığından çıkarmıştı. Birkaç akrabası vardı; onların da, kendisine sorulduğu vakit, boyuna amına koyuyordu Galip. Kızgın Galip.

İş miş, akraba makraba boş verelim. O yolunu bir lira istemekten buluyordu. Bu aralar kafasını kurcalayan da, bir lirayla karın doymadığı, zam yapıp yapmaması gerektiğiydi. Çünkü İstanbul’da para kaşıkla kazanılıyor kepçeyle dağıtılıyordu. İnsanlardan bir lira yerine direkt yemeğin kendisini mi istesem yoksa iki lira mı istesem acaba diye düşünüyordu. Hangisi daha kârlı olurdu? Sadece yemek istemesi mümkün değildi, tıka basa yemek mi yiyecekti? Olmaz, ufacık karnı vardı. Paket yaptırayım dese, iyilik edenler azılı bir bekçi kesiliyor yardım edilenin başından ayrılmıyordu ki ille ısmarlanan yemeğin yenip yenmediğini göreceklerdi. Hayırseverliğin Despotizmi ve Şüphenin Galip ile İmtihanı. İki lira isterse de insanların üşeneceğini, korkacağını yahut alay edeceğini ve böylece kendisinin gururunu inciteceklerini düşünüp, birine yara vermekten ürküyordu. ( Galip çoğu para dilenenler gibi yüzüne tükürseniz ya rabbi şükür diyecek cinsten dilencilerden değildi. Gururluydu ve alacağı paranın kendisine verilmesi gereken bir hak olduğunu düşünürdü. Birincisi kardı kıştı demeden, kimi zaman çıplak ayaklarla, ortalıkta dolanıyor, muazzam bir yokluk tiyatrosu sergiliyordu; bu gösteri yüzünden para almak onun hakkıydı. İkincisi kendisinin bu sefil hâline bakarak insanların çoğu kendi sefil, yüzeysel ve saçma var oluşlarını unutuyor ve mevcut hallerine şükrediyorlardı; asıl sırf bu yüzden bile ona para verilmesi gerekirdi. Devletler, imamlara papazlara değil de, onun gibilere yatırım yapsa sınıfsal eşitsizliklere ve ondan doğan huzursuzluklara hızlı, net, kesin, 1080p HD çözüm bulunmuş olurdu. Tabii, bu fikirlerini kendisine saklayacak kadar da kurnazdı. Ne yardan ne serden vazgeçer bir yolunu bulur, hem kendinin hem parasını alacağı kişinin gönlünü hoş tutmasını bilirdi. Tatlı dilli, güler yüzlü ve ceylan gözlüydü, fakat bu aralar hâlinden memnun değildi. Yerinde saydığını hissediyor, dilencilikte sınıf atlayamadığı için kara kara düşünüyordu. Sigortalı bir işte bile yıllık yüzde sekiz zam alınıyordu. Onunsa yevmiyesi üç aşağı beş yukarı yıllardır aynıydı. )

Sözün kısası yara vermekten ürkmüyordu da, kodese girmek için hiç de uygun bir hava yoktu, mevsimlerden yazdı ve yüzmeye gidebiliyor, macdanıltstan dondurma yiyebiliyordu. Böylece Nisanur’u görebiliyordu. Nisanur ona kızarmış patates ısmarlıyor, ödemeli çağrı atıyordu. Galip sigortalı bir işte çalışsa ve sadece haftada bir arkadaşlarının evinde buluştuklarında değil de düzenli olarak duş alsa ve sigarası yerden topladığı izmaritler değil de Malboro olsa fena olmazdı. Fakat onu böyle de seviyormuştu. Nisanur bunları böyle böyle Galip’e, onun ta suratına özenle yerleştirilmiş ışıldak gözlerine bakarken diyordu. Böyle diyor ve demeye devam ediyor, durmadan ekliyor, ekliyor, ekliyordu. Nisanur kamunun çocuğu kimsesiz Galip’e hayrandı. Kaymak tenli, Selçuk Yöntem sesli, dalyan gibi bir delikanlıydı Galip onun için. Bir yönetmen keşfetse, bu hayatta alıp yürümesi işten bile değildi. Fakat huysuz Galip istemiyordu. Nisanur ona Taksim’de falan dolaşsan ya diyordu, ama o sanatını kendisini en çok huzurlu hissettiği, yasalar gereği bir yıl önce kapısının önüne konulduğu yetiştirme yurdunun civarında icra etmeyi seviyordu. ‘’Ama senin için’’ dedi Nisanur. ‘’Ben senin için istiyorum.’’ Gelmiş geçmiş en gözde dramlarla boy ölçüşecek iç burkan bir sesle de ekledi: ‘’Bizim için… Üstelik Taksim’den günde on milyon insan geçiyor, keşfedilmesen bile daha çok para kazanma olasılığının sana ne kötülüğü olur.’’ Galip’in gözleri ışıldadı ve sığ hayallere daldı: Bilbortları ve o bilbortlarda kendi bir köpek dişi kırık pasparrrrrrlak gülüşünü gördü. Elinde colgate diş macunu tutuyor ve sağlıklı gülüşler için diyordu. Aşk-ı Memnu dizisinin finalinde Behlül rolünde Kıvanç Tatlıtuğ değil de kendisinin oynadığını ve Bihter’in onun için intihar ettiğini gördü. Doktorlar dizisinde hamile kadını ve bebeğini ikisini birden zor bir ameliyatla kurtardığını da gördü; bir mafya dizisinde sokak çocuklarına yardım eden babacan bir kabadayı olduğunu ve ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının baş köşesinde paparazzicilere ”çekmeyin lan yavşaklar, otuzbirci gardiyanlar” diye bağıran çapkın ve bıçkın bir oyuncu olduğunu da gördü. Gördü de, gördü Galip. Görücü Galip. Kendisini değerli hissetti. Dudaklarında tebessümle, olduğu yerde munis bir kedi gibi güzelcene gerindi.

Fakat başaramayacağını, bunun asla olmayacağını düşündüğünden midir, nedenini psikologlar yahut müneccimler dahi bilmez; bu değerlilik hissi kısa sürdü. Nisanur onu böyle bir şey olması için teşvik ediyorsa, şu anki çevrimiçi Galip’ten memnun değildi de ondan diye düşündü. Bu düşünce kıvılcımdı da, sözgelimi Galip’in beyni çayırlıktı; böylece söndürülmesi mümkün değil bir alev aldı bedenini ve ruhunu hemencecik. Kızdı, köpürdü. ‘’Siktir git’’ dedi Nisanur’a. ‘’Ben buyum, kızım. İşine gelirse! Benim adım Galip!’’ dedi ve elinde külah dondurmasıyla usulca çıktı. Sokaklardan mekdanılts kasalarına aynı ses bir kez daha vurdu: ‘’Benim adım Galip!’’

Ne kula ne zalime minnet etmeyen Galip. Düşüncesi kıvılcım, beyni çalılık Galip. Beş dakika geçmedi, elindeki külaha bakıp, duygulandı. Dondurma canı çektiğinde beleşe yiyemeyeceğini fark etti. Ulan ne güzel yapıyordu bu namussuz mekdanılts da, dedi. Nisanur artık yoktu, adı üstündeydi, geri dönmek diz çökmek olmazdı. Koltuk altını kokladı, yıkanma zamanı gelmişti. Kafasından çoğu insan kokusundan ötürü ondan kaçarken Nisanur’un hiç yüksünmediği geçti. Hoş, o da haftada bir netice itibariyle onu yıkıyordu. İçinden ‘’Beni seviyordu lan. Demek ki’’ dedi Galip ‘’Sevmek tahammül etmekti. Kokuma dayanıyordu. Yüzünde bana karşı hep tebessüm vardı. Beni seveni kaybettim.’’ Sonra biraz durdu, bir şeyi çözememiş ki, kafasını kaşıdı. ‘’Ama bugün tahammül eden yarın hesabını da ister, adisyonu getirir önüne koyar: bunu bunu şunu şunu yaptım ben sana, der. Planları vardır, değişmeni ve yükselmeni ümit eder. Planları tutmazsa yoluna bakar; müsait bir yerde başkasının koluna girip başkasının gözlerinin içine gülümser. Planlar tutarsa ne ala; çünki onu da çekip kurtarırsın bu bataklardan, öyle ümit eder. Sikerim böyle sevgiyi! Alışmak yok, Galip, oğlum. Alışmak yok. Kimseye güvenmeyeceksin. Kimin kime hayrı var bu hayatta? Ananı sen öldürdün, baban seni terk etti. Kimseden hayır yok sana. Başının çaresine bakacaksın. Postamızı koymuşuz, tükürdüğümüzü yalamayız da, buluruz bir yolunu evelallah.’’ dedi kendi kendine.

İşte o an şaşmaz esnemez bir kararlılıkla fiyatlara zam yapmaya karar verdi. Bir lira değil de, iki lira isteyecekti artık. Kendiyle konuşa konuşa yürümüş, farkında olmadan epey bir yol almıştı. Unkapanı Köprüsü’nün üzerindeydi. Yanında yöresinde kâh yiyivermek kâh satmak için olta sallayan balıkçılar ve onlara minnowdu, çapariydi veya çaydı satmaya çalışan işportacılar vardı. Karnı acıktı, yakaladıkları balıkları anında pişiren bir tayfanın yanına kedi misali ilişip, öylece durdu. Onu fark eden adamlar ekmeğin arasına koyup ona uzattılar. Mangal üstünde bekletilmiş kıtır kıtır yarım somun ekmeğin içindeki balık izmaritti. Galip bu ismi öğrenince güldü. Adamlar hayrola deyince de, kimilerinin ona Torikçi diye seslendiklerini anlattı. Kısmet işte diyip hep beraber güldüler. Sonra ilerdeki çaycıya yaklaşıp param yok rica etsem bir çay verir misin ağbicim dedi. Adam ters ters bakıp hayrına mı çalışıyoruz lan biz burda siktir git dedi. O uysal kedi Galip gitti, yerine orman kaçkını aslan Galip geldi. Adama gözlerini belertip vereceksin ulan dedi, burası Galata köprüsü, ben de Galatalı Galip dedi. Adam ulan torikçi, ulan kerata, neredisin lan kerhaneci diyip kahkaha attı. Karton bir bardağa çayı doldurup, içine dört de küp şeker attıktan sonra, tahta kaşıkla birlikte afiyet olsun diyip Galip’e uzattı. Galip de gülerek, Allah razı olsun Muhittin dayı dedi. Parodici Galip. Biraz ileriye geçip korkuluklara yaslandı. Dumanı üstünde balık ekmeğinden hart hurt ısırdı. Çayından hörp hörp içti. Denize bakındı. Gözleri uzaktan ışıklarını görünen köşklerde ve eğlence mekânlarında dolandıktan sonra bir kısmı görünen Galata Kulesi’nde durdu. Yemesini bitirip, koluyla ağzını yüzünü sildi. Cebinden bir izmarit çıkarttı ve onu mekdanıltsan çıkarken bir masada görüp ustaca hacıladığı zippo’yla yakıverdi

Kuleye bakıyor, düşünüyor, sigarasından nefes çekiyor ve havaya doğru savuruyordu. Alçak sesle mırıldanmaya başladı. Burası İstanbul’du. Sikmeyeni sikerlerdi. Sikilmek istemiyorsan oğlum Galip sikeceksindi. Endişeler içinde tekinsiz ve nankör Galip. Bana Nisanur mu yok? diye sordu. Binlerce var, dedi. Bendeki bu masumiyet ve ışıltılı gülüşlerle elimi sallasam ellisi, dedi. Dalyan gibiyim ya, dedi. Mekdanılts dondurması ne lan, bebe işi. Bademlisinden Magnum dondurma yiyeceğim bundan kelli. Artık bir değil iki lira alacağım. Gerekirse karanlıkta kuytuda hatta gündüzün çatısında bile gırtlaklarına çökeceğim varsılların. Bu şehrin Robin Hut’u bile olurum lan! Benim adım Galip. Bu son iki cümlesini bağırarak söyledi. Tüm bu heybetine meydan okumasına rağmen Ama bir Taksim’e mi uğrasam? Belki… diye de içinden geçirdi. Geçirmedi değil. Köprüden yukarıya, Şişhane yokuşuna doğru, oradan Tepebaşı’na oradan da İstiklal Caddesi’ne kıvrılmak üzere ümit ve heyecanla yol aldı. İçinden o an kendi yazıp bestelediği Bekle Beni Taksim şarkısını mırıldanıyordu. Birkaç kere havaya zıplayıp iki ayağının topuklarını birbirlerine vurmaya çalıştı.

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK; MÜSLÜM, MARKS ve BEN.

”Müslüm Gürses Leonard Cohen’i döver dediğimde herkes bana güldü! Lakin beş kilo biftek, on kasa bira ve 1000 lirayla eve dönen ben oldum.”

 

Hayatım boyunca parayla imtihanımda ne yazılı ne de sözlü sınavları verebildim. Bu konuda daima ders tekrarı yaptım diyebilirim. Çok yokluk çektim, elime geçince de çarçur ettim. Hayatta kalmak adına güvensiz ve doğru olmayan hareketlerdi bunlar. Politik bir tavır mıydı yaptığım bilmiyorum ama, bütün motivasyonum şuydu: Tabutun içinde ATM veya hesap cüzdanı olmaz, eft havale hiç olmaz. Para dediğin neydi ki? Elimin kiriydi ve ben o kiri daima yıkadım. Gayrimenkule giremedim, altın alamadım. Kıymet bilmek benim işim değildi. Fakat uzun zamandır öyle bir yokluktaydım ki kendimi tanıyamıyordum.

Hunharca harcamak, hesapsızca tüketmek istiyordum. Hamileydim de, içimde önlenemez bir alışveriş canavarı büyüyordu sanki. Çatal bıçaktan içkiye, don atletten beyaz eşyaya varana değin her şeye sahip olmak derdine düşmüştüm. Neden böyle olduğumu ben biliyorum, fakat size anlatmayacağım. Tek bilmeniz gereken: Talihim bir türlü dönmek bilmiyordu. Eskisi gibi şuradan buradan gelirim de yoktu, musluk tıkanmıştı. İtin, serserinin tekiydim ve beş parasızdım. Akranlarımın her biri hayat piramidinde ya yükseklere yükselmiş ya da aşağılara düşmüştü. Yaşım otuz beş, adım Sermest soyadım Soylu, ben ise sadece yerimde saymıştım. Hep dipteydim ve bilhassa kira ödemekte zorlanıyordum. Parayla ilişkim hiç de öyle pervasızca çarçur etmek üzerine değildi. Size hava atmak için yalan söyledim. Bunu da neden yaptığımı biliyorum, fakat size bunu da anlatmayacağım. Ne bir ailem ne bir telefonum var. Bu dünyada çakılı tek bir çivim bile yok. Bana ait tek şey günlük notlarım, onları da yakmak için yakın bir arkadaşıma vereceğim. Galiba ölüyorum. Yakın bir arkadaşım da yok. Yalan söylemek huydur bende, artık anlamış olduğunuzu düşünüyorum.

Kumar oynamaya bayılıyordum. Azıcık parayı üçe beşe veya yüze katlama olasılığının verdiği haz paha biçilemez. At Yarışları’ndan, kedi dövüşlerine, spor bahislerinden tombalaya varana değin oynamadığım oyun kalmadı. Babamdan kalan mirası böyle tükettim. Dedemden kalan arsaları böyle bitirdim. Dostlarımı böyle kaybettim. Artık zırnığım yoktu. Günlerim böyle geçiyordu. Derler ki kumar masasından kazanan kalkmaz, parası biten kalkar. Param bitmişti, fakat ben yine de oralardan ayrılamıyordum. Bu vazgeçemeyeceğim bir tutkuydu. Bir diğer tutkum da kadınlardı. Dipte veya yukarda nerde olursam olayım onlardan asla vazgeçemiyordum. Bu da doğa yasalarıyla oynadığım bir kumardı. Yüksekte isem zaten kadınlar benimdi, fakat dipteyken elde ettiklerimden aldığım haz başkaydı. Zoru başarmış sayıyordum kendimi ve mutlu oluyordum. Bilirsiniz bu duyguyu; teşekküre gerek yok bilmiyorsanız öğrendiniz.

Bir gün, içim oynamak-kazanmak ve eğlenmek isteğiyle dolu, tombalacının karşısındaki kaldırımda oturmuş, ayağımı mazgala sürtüyordum. Beni içeri almamışlardı. Geçen gece kaybetmenin üzüntüsüyle oyunda hile olduğunu öne sürmüş, olay çıkarmıştım. Gidecek başka yerim de yoktu, çünki emniyet bu aralar bu tür yerlere baskın üstüne baskın yapıyordu. Kapatılan kapatılanaydı ve son kale burasıydı. Yo yanlış anlamayın, basılmamış olmasının nedeni Gizlilik en yüksek düzeyde olduğu için değildi. Sadece o bölgedeki emniyet mensuplarına sağlam para yedirildiği için böyleydi bu. Yukardan aşağı beş harfli, adı     d  ü z e  n: İyi para yediriliyor ve görmezden geliyorlardı işte.

Karşısında öylece oturuyordum işte. Dıştan bakınca kasap dükkânıydı. Buzhaneye açılan kapı ise başka bir dünyaya açılıyordu. İçerisi her sınıf ve cinsten insanlardan oluşan bir karnavalı andırıyordu. Bir keresinde İzzet Altınmeşe ile Madonna gelmiş, birlikte konser vermişlerdi. Hatta Rahmi Koç’la sarmaş dolaş çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Sözüm var, ancak benden önce ölürse yayınlayacağım, şimdi göstermem. Sözün kısası, oyuna alınmadığım için küskündüm, kızgındım ve planlar peşindeydim. Geceydi. Sokak lambasının ışığı kararsızca yanıp duruyordu. Arabalara asla ilgim olmadı, markasını bilmediğim siyah bir jeep üçüncü turunda önümde durdu. Kapısı açıldı ve içinde markasını bilmediğim fakat aynısını almak istediğim simsiyah gözlüklü ve baş örtülü bir kadın bana “Bin!” dedi. Normalde bana emir verilmesinden hoşlanmam, fakat o kadar dipte ve biçareydim ve üstüne üstlük kimsin necisin demeye üşeniyordum ki, denilene uyup arabaya bindim. Macerayı severdim, hele içinde kadın varsa bayılırdım. Belki de organ mafyasıydı, sokaklarda yaşayan kimsesizlerin organlarını ucuza kapatan bir kartelin başıydı ve beni gözüne kestirmişti. Gözlerimi açtığımda içi buz dolu bir küvette veya bir çöplüğün kenarında uyanmış bulabilirdim kendimi. Olamaz mı? Olabilir. Fakat umurumda değildi, dedimdi ya kadınlar ikinci tutkumdu. Birincisi de kumardı. Ve param olmadığına göre canımı masaya sürmekten ve bundan keyif almaktan başka şansım yoktu. Belki de organ mafyası bile değildi ve benim gibilerle olmaktan hoşlanan bir kadındı ya da sadece benim yapabileceğim basit bir işi vardı. Sözün kısası, kadınlarla olmak kumarın ta kendisiydi ve ben kumarı, artık iyice kavramış olduğunuz gibi, seviyordum.

Baş örtüsü, siyah gözlük, krem rengi palto, sıyrılmış paltonun altından fırlamış buğday bacaklar, üstünde kot şort ve deniz tatilinden yeni gelmiş gibi siyah bir sandalet vardı ayağında. Üstü kış ortası bahar altı da yazdı. Ne olduğu belli değildi. Belirsizlikler çoğunuzu korkutur ama beni oldum olası çekmiştir. Yol boyunca hiç konuşmadı, ben de konuşmadım. Yol boyunca dediğimden anlamış olsanız gerek bir yere vardık.

Bol kasisli ve Evreşe yollarını andıran darlıkta bir yoldan takır tukur geçip, rüzgârda salınan buğday başaklarının olduğu bir tarlaya ulaştık. Hava soğuk ve hafif sis vardı. Yalnızca prefabrik bir yapı bulunuyordu burada. At babafingosuna konmuş kelebeği çağrıştırdı bu bana. İnsanlık işte, tarlasal yalınlığa dayanamamış, prefabrik imzasını atmıştı yani. Arabayı durdurdu, baş örtüsünü çıkardı ve bu sefer de “İn!” dedi. ‘’İnerim ama bir şartım var.’’ dedim. ‘’Daha doğrusu bir sorum olacak.’’ Başıyla onayladı. ‘’Neden başörtünüzü çıkardınız?’’ dedim. Güldü. ‘’Güvenlik meselesi.’’ dedi. ‘’Güvenlik mi? Hımmm, tehlikeli bir yere gidiyoruz öyleyse.’’ dedim. Eşarbı göstererek ‘’Hayır, sadece bunu taktığım zaman trafikte çevirmelere takılmıyorum.’’ dedi. ‘’Polis çevirmeleri mi? Ne saklıyorsunuz ki?’’ dedim. ‘’Alkol.’’ diyip gülümsedi. ‘’İçtiğim zamanlar bunu takar rahatça dolaşırım. Size de tavsiye ederim. İşe yarıyor.’’ diye de ekledi. Sakallarımı kaşıyarak, güldüm. Alkol metre, er’kek polisler ve onların türban zafiyeti üzerine türlü erotik ve felsefî hülyalara kısa süreliğine dalıp, çıktım. Bu kadında karşı konulamaz bir cazibe vardı. İndim.

Kapısını çipil gözlü kel iri yarı ve badem bıyıklı bir vale açtı ve “Hoş geldiniz, patron.” dedi. Adam beni ise baştan aşağı süzüp, hiçbir şey demedi. Patronuna dönüp “Her şey hazır.” dedi.

Her şey hazır mı? Bi filmde izlemiştim zenginler böyle sokaktan buldukları insanlara kalabalık bir rus ruleti oynatıyor, hayatta kalanlar üzerinden para kazanıyorlardı. Eline silah verilmiş insanlar halka biçimi alıyor, içinde tek kurşun olan altıpatlar silahlar önündekinin kafasına dayanarak ateşleniyordu. Yere düşenin sahibi büyükçe para kaybediyor; hayatta kalanların sahipleri ise her tur başına kazanıyordu. Sona kalan da, ki bazan hiç kimsenin hayatta kaldığı olmazdı, büyük ikramiyeyi götürüyordu. Acaba bana da böyle bir oyun mu oynatacaklardı? Ölebilir miydim? Zaten artık ölüm korkusunu aşmıştım, yaşayıp yaşamamak umrumda değildi. Bu kumar hayatımın kumarı olacaktı. Böyle düşüncelerle dalmışken, patron kadının prefabrik kapının önünde durup bana “gel” dediğini duydum. Gittim. Ne tasarruflu bir kadındı böyle genellikle fiil kökleriyle konuşuyordu. İçeri girdim. Kapı kapandı ve ikimiz baş başa kaldık. Pembe bir ışık aydınlatıyordu içeriyi. Bir buzdolabı, bir televizyon ve bir yatak vardı sadece. Boş bulunup “Uu en sevdiğim sevişeceğiz galiba” dedim. Bana baktı, hiç tepki vermedi, sanırım kızdı diye düşündüm. Birden küçük bir kahkaha attı ve “aç” dedi. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Elimi yavaşça fermuarıma götürdüm. Yine güldü ve bir kez daha aç diyip sandaletiyle yere vurdu. Yere baktım. Orada küçük bir halı vardı. “Kaldır!” dedi. Kaldırdım. Çelik bir ev kapısı biçiminde minik bir kapak vardı. Hızlıca kadına kafamı çevirip, biliyorum, söylemenize gerek yok, açıyorum, deyip, açtım. Bugüne kadar çok kapıdan geçtim, fakat böylesini ilk defa gördüm. Aşağı bir merdiven iniyordu ve altından takım elbiseli adamlar ve şık giyimli kadınlar, elinde içki dolu tepsi olan garsonlar geçiyordu. Merdivenin başında da prefabrik binanın dışında bekleyen adam vardı. Bu nasıl buraya geldi diye düşünürken patron denilen kadına baktım. Şaşkınlığımı anladı ki eliyle kapıyı işaret etti. Kapıyı açıp baktım adam yine oradaydı. Kadına “İkiz bunlar demek, ha ha” dedim. Yoktu. Merdivenden aşağı inmişti, bana gir ve kapa dedi. Girdim ve kapadım. Merdivenin ucundaki kel ve iriyarı adama “Tek yumurta mı çift yumurta mısınız” diye sorup, gülümsedim. Hiç ses etmeyip öylece baktı. Sessizliği bozmak gibi bir inadım vardı, “Benimki de soru, tıpkısınız, tabii ki tek yumurta olacaksınız. Peki, hanginiz büyük, kaç dakika fark var aranızda?” diye lakayt soru sordum. Yine ses etmedi. ‘’Aynı anda mı çıktınız a..’’ diyordum ki patron kadın elimden tutup beni çekmese ısrarla sormaya devam edicek, hatta böyle devam ederse kavga çıkartacaktım. Hırslanmıştım. Alkolden mi böyleydim? Kibir tüm ruhuma mı yayılmıştı yoksa? İlerlerken patron kadın bana dönüp “Herkes senin yüzüne gülmek zorunda değil, vazgeç şu huyundan.” dedi. Elimi tutuyordu. Ne! Elimi mi tutuyordu? Ciddi bir alkol problemi eşiğindeydim galiba. Elimi tutuyordu ve sanki beni eskiden beri tanıyordu. Uzun süre donmuş bir vaziyette ona baktım, rahmetli eski karıma benziyordu. Uzun yıllardır onu unutmak için tedavi görüyordum, fakat yine karşıma çıkmıştı. Bir deniz tatilinde hırçın dalgalar onu benden almış, bizi ayırmıştı. Beni dul, çocuğumuzu da öksüz koymuştu. Yalan söyledim, eski karım yoktu, üstüne üstlük hiç evlenmemiştim bile. Beni çekti ve sallanan bar tipi bir kapıdan geçtik, kocaman ışıltılı avizelerin olduğu devasa bir salona çıktık. Gözlerim kamaştı, kapadım.

Birisi boşta kalan elime bir şey sıkıştırıyordu. Gözlerimi alışması için yavaşça açınca karşımda prefabrik yapının önünde duran adama benzeyen merdivenin dibindeki adama benzeyen bir adam vardı. Şaka mı bu, üçüz mü bunlar diye düşünürken etrafta bunlardan onlarca olduğunu fark ettim. Kel, çipil göz, iri yapı ve badem bıyıklı garsonlar ve korumalar. Etrafında bir sürü parlak taş olan gözlüğü alıp taktım. Bu sayede gözüm yüksek ışığa çabucak alıştı. Kalabalığın arasından hızlıca geçip giderken ki bizi gören herkes dönüp başını eğerek saygıyla selam veriyordu, benim gibi taşlanmış gözlüklü hırpani heriflerle femme fatale kadınların kol kola olduklarını gördüm. Aralarında gazetelerin magazin sayfalarından tanıdığım sosyetik simalar, şarkıcılar ve modeller da vardı. Hatta ismini vermek istemediğim fakat kendisini hepinizin çok iyi bildiği bir tanesi yanımdan geçerken bana göz kırptı ve benim masum babafingomu avuçladı. Çok yalan söylediğimin ve bu huyumu artık öğrendiğiniz için heyecanlanmadığınızın farkındayım, fakat bu dediğim ne yalandı ne fantezi, katıksız gerçeğin ta kendisiydi. O ekranlardan tevazusu ve ağırbaşlılığıyla bildiğiniz kişi bana göz kırptı ve malzememi avuçladı. Yeryüzünün yüzde doksanı sularla kaplıydı, insan vücudunun üçte ikisi suydu ve ben sırılsıklam oldum. Burası hakikaten gördüklerimizin ötesinde başka bir dünyaydı.

Yine bir kapıdan geçtik. Bu sefer bir gece klübüydü. Düşünebiliyor musunuz, ıssız bir buğday tarlasının ortasında, yerin altında apayrı bir dünya. Sonunda başıma ne geleceğini bilmiyordum, ölümü aştığımı söyledim fakat o da bir yalandı, şimdi ölmek istemezdimç Keyfim gısgıcırdı, naber? Başıma bundan daha ilginci gelemezdi herhalde diye düşünürken bir şey daha oldu. Dans etmekten anlamazdım, dans edeceğimi ummazdım, bir kütükten farksız olduğumu düşünmüşümdür genellikle. Fakat o kulak patlatan müziğe rağmen bizi görenler yine oldukları yerde dönüp selam veriyor ve rahat geçişimize imkan sağlıyorlardı. İlerlerken patron kadın birden elimi başında döndürüp dans etmeye başladı. Bu, vücudu aracılığıyla bana yolladığı bir emirdi ve ona katıldım. İçimdeki Yonca Evcimik ve Birkaç İyi Adam onları yıllarca saklı tutmuşum da bugün zamanı gelmiş gibi coşkuyla ortaya çıktılar. Klüp çığlıktan ve alkıştan yıkıldı. Fena dans ettik. Kafamda viski şişesi onu düşürmeden dans ede ede bir diğer kapıya kadar ağzım kulaklarımda geldik. Şişeyi kahkahalarla biraz içtikten sonra kalabalığın üstüne doğru fırlattım.

Arkamda kaç yaralı, kaç küfür bıraktım bilmiyorum. Patron ise gülmüyor, hiçbir şey olmamış gibi, coşkuya dair tek belirti taşımaksızın duruyordu. Kapının kenarındaki bir cihaza gözlerini yaklaştırdı ve kapı açıldı. Yine aynı çipil kel iri badem adamlar karşıladı. Uzun yeşil yemyeşil bir koridordu bu. Yürüdük. Bu son herhalde diye düşündüğüm bir kapıyı daha açtık ve karşımıza bir çok dinden semboller barındıran bir yapı çıktı. Kendimi vasati, hamasi ve fuzuli bir yerli dizi setinde gibi hissettim ve ortaya “Uuu tapınak şövalyeleri, masonlar ve kebapçılar; alırım bir dal.” dedim. İnanın ne dediğimi bilmiyor, şuursuzca geveliyordum, hatta konuşan ben değilmişim de, konuşturuluyormuşum gibiydim. Duvarlar kavramakta zorlandığım çizimlerle doluydu. Başım viskiyi hızlı diktiğim için dönüyor, beynim çok hızlı çalışıyordu. Birden patrona dönüp, çizimleri göstererek “İşte bunlar hep iç huzursuzluğu. Ben huzursuzluğumu susarak kanıtlamaktan yanayım. Çizmeselerdi daha iyiydi.” dedim. Son görüşümü duymazdan gelerek “Ah şu yanılsamalar. Sen susarak değil, konuşarak kapatıyorsun huzursuzluğunu.” dedi. Yakalanmış bir keklik gibi şaşkın kaldım, yüzümün kızardığını hissettim. Özensizce “Beni çoktandır tanıyormuş gibi konuşuyorsunuz, oysa tanışalı sadece yaklaşık iki saat oldu.” dedim. Ama dediklerimin hepsi doğru biliyorsun diyen bakışlarıyla cevap vermeye yine tenezzül etmedi. Onun gibi çekici ve ağırlığı olan bir kadının bana dair hükümler sürüyor olması hoşuma gitmişti. Bar bölümüne girdiğimizden beri ona yaş, memleket, medeni durum, iş güç gibi sayısız soru sormuştum, fakat hiçbirine cevap vermedi. Kırıldım. Biraz kırıldım. Yok, galiba çok kırıldım. Hatta sanırım çok kırıldım ve ufalandım, sorularımın cevaplanmayışına. Aman, uygun zamanda uygun kişiye herkes içini dökerdi; demek ki uygun bir adamdım da uygun bir yerde değiliz diye iyimser biçimde düşünüp, bu kırılma konusunun üstesinden geldim. Susarak değil, konuşarak kapatıyorummuş. Aslında oldum olası birinin benimle ilgili kanaatini anlatmasını severdim, beni ben yapan takıntım da buydu. Gülümsedim ve nerden aklıma geldi, bilmiyorum “Konuşarak kapatıyorum demek… Hüsamettin Tambay gibi mi?” dedim. Kahkaha atıp, daha önce kolunda olup olmadığını bilmediğim çantasından bir tabaka ve onun içinden de bir ince sigara çıkarttı, gıpgri dudaklarının arasına yerleştirdi. Yakmayıp, bekledi. Hüzün baş göstermişti yüzünde. Bana bakıyordu, gözlerimin içine. Böyle şeylerle aram yoktu, nezakete kafam basmazdı, yine geç anladım. Tabii ya sigarasını yakmam için bekliyordu.

Çakmak taşımazdım, fakat sanki bir kuklaydım da, yukardan biri ipimi çekmişti de, elim vücudumda gezinip, göğüs cebimde durdu. İçinden nerden geldiğini bilmediğim zippo bir çakmak çıktı. Yaktım. Hızlıca iki nefes alıp “Bütün yazarlar gibi. Onlar yazıyor, sense konuşuyorsun.” dedi. Konu bana gelmişti ve ben buna, daha önce de dediğim gibi, bayılıyordum. Üstelik cümle içinde yazarlarla bir tutuluyordum. Birinin beni farketmesi ve böyle benzetmeler kullanması hoşuma gitti elbette. Birbirimizi kandırmayalım, flörtüm okur, size de öyle olmuştur. Şımarıp, önleyemediğim kibrime yenildim ve yanağından tatlı kısss diyip makas aldım. Neredeyse herkesin önünde saygıyla eğildiği patronun yanağından makas aldım! Ben. Ser-mest Soy-lu! Sanırım aşırı alkolden bayılmış ve rüyalar görüyordum. Üstelik daha demin güzelliği altında ezilmiyormuşum gibi tatlı kıss diyip aşağı da çekmiştim onu. “Lan sen kimsin?” diye bağırıp bir tokat attım kendime.

Uyanmadım.
Karşımdaydı, kapının ötesindeydik ve gülümsedi. Girdiğimiz yer o kadar devasaydı ki sesim tahminen iki dakika sonra geri geldi. Kapıda yine o çipilkelbademiri adamlardan biri vardı. Patronun gülümsemesi, alkolün iteklemesiyle birleşince ihtiyatsızlık kaçınılmaz oldu ve adama tip tip bakıp “Fotokopide mi çoğaldığınız lan siz?” dedim. Bu da beni umursamayıp boş boş baktı. Öfkelendim. Kimsin lan sen diye sormak için yakasına yapıştım. Fakat gerek kalmadı. Çünki girdiğim salon öylesine devasaydı ki kendimi tokatlamadan yani iki dakika önce kendime söylediğim “Lan sen kimsin?” cümlesinin yankısı geldi. Adamı dut ağacı gibi silkelerken bile bana hiç agresif bir tepki vermedi. Sadece ensesinden ateş çıktı. Ne!! Ensesinden ateş mi çıktı?! Ben de aynı böyle şaşırmıştım. Ensesinden çıkan ateş bütün vücuduna yayıldı ve kısa bir sürede bütünüyle kül olup gitti. BİM’den alınan dondurulmuş köfteler gibiydi bu herif’ler, büyük görünüyorlardı fakat pişirince küçülüyorlardı. Meğer bu bir örnek adamlar naylondan robotlarmış, öğrenmiş bulundum.

Patron beni çekti ve ileriye doğru sürükledi. Duvarlara artık bakmıyordum çünki artık kusacak gibiydim. Çok ilerde karaltılar belirmeye başladı. Yaklaştıkça ki yaklaşmamız beş dakika sürdü, tam bir ızdıraptı; o karaltılar önce tek tek noktalara, o noktalar da bir bir insanlara, o insanlar da toptan saygın ve bilinir insanlara dönüştüler. Tiyatro salonundakilere benzer bir oturma biçimi vardı. Yine herkes biz geçerken başını eğerek patronu selamlıyordu. Bu kadar yoğun bir sessizlikte bakışların bana dönmesinden her zaman utanırdım, yine utandım. Gece klübünde tersi olmadı aslında, orda da utandım fakat bunu dans ederek gizledim. Burda ise gizlenmeme imkân yoktu, başımı patron gibi dik mi tutsam yoksa öne mi düşürsem bilemeyip, hızlıca göğsüme düşürdüm. Allah’tan gözlüklerim vardı. Alttan gizlice insanlara bakıyordum. Kimler yoktu ki? En arkalarda milletvekillleri, bloggerlar, fenomenler, emniyet müdürleri ve dönerciler; onların önünde bilim insanları, şarkıcılar, gazeteciler; onların önünde oyuncular, düğün fotografçıları, bakanlar; onların önünde kantinciler, futbolcular, ve dansözler; onların daha önünde de yazarlar, yönetmenler, mütahhitler, başkanlar diye giden bir sürü ıvır zıvır vardı işte. Kimisi bana beğenmemiş gibi dudak büzdü, kimisi de epey iş var der gibi kaş kaldırdı. Sonunda tam ortada boş iki koltuk vardı oraya oturacağız diyip sevindim. Patron oturdu, ben oturamadım. Çünki koltukta sakız vardı ve ben prensip olarak sakızlı koltuklara asla oturmam. Koltukta sakız makız yoktu, iki kişi koluma girdiler ve beni karanlık bir yere çektiler. Koltukaltımdan tuttukları için gıdıklanıp, kahkahalar atmaya başladım. Duramıyordum. Ağzımı bantlayıp oturttular. Hep böyle olurdu, bir kez dokunulmayagörsün, duramazdım. Işıklar açıldı, karşımda büyük kıpkırmızı bir perde vardı. Gülerek yanıma yöreme baktım. Sağımda bir işçi, onun sağında bir hipster, onun sağında simitçi, onun sağında bir belediye temizlik görevlisi, onun sağında bir sürü dizide gördüğüm bir figüran, onun sağında bir dilenci, onun sağında ihtiyar ve benim solumdakiler falan derken toplamda on iki kişi olduğumuzu fark ettim. Arkama baktım. Tam hizamda patron kadın vardı ve onun yanındaki boş olan koltukta da Amerika Birleşik Devletleri Başkanı oturuyordu. Aramızda kalın büyük bir cam yer alıyordu. Hepsi ayağa kalkmış saygıyla bekliyor, arkama doğru bakıyorlardı. Gülmeye devam ediyordum. Birden üç el ateşli silah sesi duydum. Korkudan öne eğildim. Yanımdaki işçi ile solumdaki hayat kadını vurulmuş yerde kanlar içinde yatıyordu. Kulaklarım çınlamış, görüşüm bozulmuştu. Sahnedeki perde açılmıştı fakat o kadar yoğun ışık vardı ki seçemiyordum. Kendimi suçlu hissettim, acaba güldüm diye mi onları vurdular derken arkama dönüp patronu arandım. Oradaydı ve bana aferin der gibi göz kırpıyordu. ABD başkanı ise ağlıyordu. Patronun solundaki de Moda devi Giorgio Armani’ydi ve o da böğüre böğüre ağlıyordu. Biz camın önündekiler on iki kişiydik ve camın arkasındakiler de on iki kişiydi. Birkaç sol yanlarında Sokrates vardı ve o da ağlıyordu. Onun hizasına bizim safımıza baktım yerde kanlar içinde yatan Tezer Özlü‘ydü. Allah taksiratını affetsin, bu kişi bir yazardı ve çayın yanına güzel giden iyi kitapları vardı. Üçüncü kurşun da ona gelmişti demek. Olanlara hiçbir anlam veremedim, ne güzel eğleniyorduk, bu siktiğimin silahı da nereden çıkmıştı şimdi? Kalkıp kaçmayı düşünürken sağımdaki hipsterın birden fırlaması ve vurulup yere düşmesi bir oldu. Anladım ki kaçış yoktu. Onun arka hizasındaki kim diye baktım Seda Sayan’dı. Bu ne biçim işti böyle? Kokainmandım ve uçuştaydım da haberim mi yoktu? Bu kesinlikle bir rüyaydı.

Değildi, bir türlü uyanamıyordum. Bağırmaya başladım. Ben bağırdıkça salonsa alkıştan yıkıldı. Başkasının acısından gizliden gizliye zevk duyulur derlerdi, doğruymuş. Bunlar bırakın gizliliği, zevk aldıklarını alenen belli ediyorlardı. Sahnedeki ışıklar azalınca herkes yerine oturdu. Ağlamamı kestim ve gördüklerime inanamadım. Bu kesinlikle bir tv şov programıydı. Milyarlarca insanı aynı gün aynı saatte sürekli olarak ekran başına kilitleyebilen bir tv şov programı hem de! Sahnede dikdörtgen bir masa ve yüzleri bize dönük oturanların hepsi tanıdıktı. Bir yerlerde gizli kameralar olmalıydı, etrafıma bakındım. Yanımda ölen işçinin yanındaki sandalyede oturan amca bana birilerinin duymasını umursamıyormuşçasına yüksek bir ses tonuyla “Şaşırma, evlat.” dedi. “Gördüklerin doğru. İşte bunlar dünyanın yüzde binini yiyip sefasını süren sömürünün ve yoksulluğun sebebi yüzde birlik kesim.”

Amcaya dikkatli bakınca tanıdığımı fark ettim. Bu şarkılarını sevdiğim adamın ta kendisiydi. “Aa, sen Suavi’sin.” dedim. ‘’Gel öpücem.’’ Dediklerimi anlamamış olacak ki, cevap vermedi. Ayağa kalkıp yanıma geldi ve gülerek ağzımdaki bantı çıkartıp, evet şimdi tekrarla bakayım der gibi bir işaretle yerine oturdu. Gülümseyerek cümlemi tekrarladım. ‘’Aa, sen Suavi’sin. Gel öpüjem.’’ Suratı öyle bir asıldı ki “Kim yahu bu Suavi? Yeter artık. Ben Marks’ım. Karl Marks.” dedi. Başını yere eğmiş, ayağını yere sürtüyor, karlmarks karlmarks diye tekrarlıyordu. Ah, tabii ya… Fena pot kırmıştım, onu mutlu etmek istedim. “Epey alkollüyüm, afedersiniz. Fakat şüphesiz ki Komünist Manifesto nefis bir romandı. Kahramanı öyle derinlemesine üç boyutlu işlemişsiniz ki, ne Dostoyevski ne Nihat Hatipoğlu romanları, hiç bir eser o güce erişemedi bugüne kadar.” diyip göz kırptım. Kafasını kaldırdı, gözleri öyle açılmıştı ki sevincini anlamamak için salak olmak gerekirdi ve ben salak değildim. Kısık, üzgün ve biçare bir tonda “O bir roman değildi ki.” dedi. O an tam algılamamış olduğumdan, daha da neşelendirmek için “Laz Kapital de epey komik bir oyundu.” dedim. Sonra bir el silah sesi duyunca sustum. Baktım, Marks’ın başı göğsüne düşmüştü. Hassiktir öldü dedim içimden. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Uğursuzluğumu her tarafa saçıyordum işte. Okul yıllarımdan kalma bir alışkanlık olsa gerek “Ben konuştum o konuşmadı” diyip, ayağa kalktım ve ekledim “Beni de vurun ulan!”

Onu vuran Ali Ağaoğlu’ydu. Elinde bir revolver tutuyor ve silahın namlusundan çıkan dumanı üflüyordu. Peki, elinde keleş bana doğru tutan kimdi biliyor musunuz? Acun Ilıcalı. Evet. Masada Leonardo Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği Tablosu gibi oturmuş on iki kişiden biri de oydu. Survivor, Var mısın Yok musun gibi insanlığa merhametsizliği, çürümeyi, yalnızlığı, yeteneksizliği ve güvensizliği normalleştiren popüler işleriyle bildiğimiz, muhabirlikten kanal sahibi olmaya yükselmiş; başarılı bir girişimci mi veya şanslı mı yoksa destekli biri mi olduğuna dair türlü şüpheler taşıdığım, kişinin ta kendisi. Bir müddet sonra başını birini selamlar gibi eğdi ve silahı indirip, oturdu. Baktığı yöne kafamı çevirip baktım. Patron kadının ta kendisiydi. Sağlam bir tombala çekmiştim galiba: Bu patron anlaşılan her şeye kadirdi. Neler oluyor ulan nereye düştük böyle diye düşünürken şunu fark ettim. Biz on iki kişiydik, arkamızda on iki kişi vardı, sahnede de on iki kişi vardı. Herkesin hizasında biri varken benim ve patronun hizasındaki sandalye ise boştu. Sayılar, dinler, semboller, hikayeler, mitler derken kafamdan duman çıktığını hissetmeye başlayıp durdum. Düşünmekten vazgeçtim. Çözüp ne yapacaktım, ki zaten irademin mevzubahis olmayacağı bir yerdeydim. İrademi o jeep’e bindiğim an kaybetmiştim. Başımız sağolsun.

Size masada oturanları sayayım da, cümbüşü görün. Sol baştan: beyaz çoraplarıyla Micheal Jackson, pos bıyığıyla Nietzche, zeytin çekirdeğiyle Serdar Ortaç, havada duruşuyla Buddha, kalçalarıyla Shakira, başında takkesiyle Hakkı Bulut, ortası boş sandalye, Hz İsa, Ciciş Kardeşler, Ali Ağaoğlu, Polat Alemdar, Angelina Jolie ve Acun Ilıcalı. Bunları izlerken Rahmetli Marks’ın dünyanın sefasını süren yüzde birlik kesim dediğini hatırlayıp, “Vay be, demek dünyayı Türkler yönetiyor ha” dedim kendi kendime. “Üstelik Türkler çoğunluktaysa bu müslümanlar da dünyaya egemen demektir.” diye de eklemeyi unutmadım. Ben böyle düşünürken Serdar Ortaç’ın onuncu yıl marşını söyledikten sonra yarışmamız başlıyor dediğini duydum. Fakat salonda önce bir uğultu sonra bir çığlık yükseldi.

Marks dirilmiş, ayağa kalkmıştı. Masadakilerin hepsi ona ateş etmeye başladı. Yüzlerce kurşun yedi, bana mısın demedi. Resmen yıkılmayan adamdı. Hepsi birden ateşi kestiler, arkama bakıyorlardı yine. Patron kadın başparmağını yukarda tutuyordu. Masadakiler ağlamaklı bir biçimde yerlerine oturdular. Korumalar bulunduğumuz alana girip Marks’ı oturttular. Her yanı delik deşik olmuş, çeşme gibi oluk oluk kan akıtıyordu. Bana dönüp “Laz Kapital benim fikirlerimi güldürü biçiminde anlatmaya çalışan Karadenizli Yılmaz Okumuş’un eseri. Her ülkede böyle şiveyle beni anlatmışlardır. O da onlardan biri işte.” dedi. Bense hayranlıkla karışık “Baba, yaralısın, yorma kendini.” dedim. Bana gülümseyip “Bişiycik olmaz. Ben ölmüyom ki. Ölemiyom.” dedi. Sonradan düşündüm de, sanki bir sıkıntısını paylaşacakmış gibi ağzını hevesle açmıştı ki, ah şu boşboğazlığım, araya hızlıca girip “Biliyorum, ölümsüzsünüz, anılarınız mücadelemizde yaşıyor. Bu arada” dedim “Türkiye ile alakadar olmanız beni mutlu etti, üstad.” Kahkaha koyverip “Çık lütfen bu üçüncü dünya kafasından. Elbette sizi bileceğim, hem dünyayı yönetiyorsunuz hem de artık bu işler çok kolay. Google’a adımı yazıyorum ve her türlü bilgi önüme düşüyor. Öyle haberdar oluyorum.” dedi. Hayranlığım bir kat daha artmıştı. Herkesin saklayarak yaptığı bu kendi ismini arama işini o alenen söylemekten imtina etmiyordu. Tam bir şey diyecektim ki iki el silah sesi ve peşinden konfeti yağmuru altında İbrahim Tatlıses ve Eminem’in birlikte şarkı söylediklerini duydum. Yerde vurulmuş yatanlardan biri Foucault diğeri de Atilla Taş’tı. Felsefenin sol ve sağ akciğeri sökülmüştü. Gözümden yaş geldi. Salon ise Ağrı Dağı’n Eteğinde Uçan Güvercin olsam düetiyle yıkılıyordu. Görevliler son ölüleri de kaldırdıktan sonra toplamda altı kişi kalmıştık ve gong sesi duyuldu.

Ciciş Kardeşler ilk yarışmanın dövüş olduğunu söylediklerinde kalan rakiplerime baktım. Kime dişim geçer kime geçmez hesapladım. Fakat dövüşeceklerin biz değil de, sahneye çıkarılan ünlüler olduklarını anladığımda durdum. Bizden istenilen dövüşü kimin kazanacağını söylememizdi. Sahnede Adele, Yıldız Tilbe, Leonard Cohen, Burak Yılmaz, Cristiaono Ronaldo, Müslüm Gürses, Bukowski, Hasan Ali Toptaş, Bridget Bardot ve Türkan Şoray vardı. Tabloya bakınca Türkler dünyaya karşı veya dünya Türklere karşı diyebilirdiniz.

Önce yapılacak müsabakaların hepsinin sonunda kimin birinci olacağını sonra da tek tek turlar için kimlerin galip geleceğini söyledik ve notlar alındı. Ben birinci bire doksan oranıyla Müslüm Gürses olur dedim. Herkes bana güldü.

İlk yarışma dövüştü ve Türkan Şoray ile Bridget Bardot arasında oldu. Çoğumuz Bardot’ya oynadık. Nitekim öyle de oldu. Bardot olağan üstü Meme ve dudak teknikleriyle yalnızca masumiyet kartı olan Türkan Sultan’ı mahvetti. İkinci yarışma Bukowski ve Hasan Ali arasında yüz kelimeyi anlamlı cümlelerle hızlı yazma idi. Ben tahmin öne sürmedim. Eşit sürede bitirip, berabere kaldılar. Bu yüzden aralarında her şey serbest boks maçı yaptırıldı. Ben ve Marks Hasan Ali dedik. Dediğimiz de oldu. Bukowski o kadar sarhoştu ki Hasan Ali gibi zarif bir insanın karınca incitmez narin tokadıyla yerle yeksan oldu. Üçüncü yarışma Ronaldo ve Burak arasında Rus ruleti oldu. İki tabanca vardı. İkisi de kendi kafalarına dayadılar. Ben taklitler hakikatleri yaşatır düşüncesiyle Ronaldo kazanır ve Burak dördüncü turda ölür dedim. Bu işte çok iyiydim. Dördüncü dönüşte boncuk boncuk terleyen Burak öldü. Hızını alamayan Ronaldo ise tetiğe basmaya sonuna değin devam etti. Fakat ölmedi. Meğer o boş silahı seçmiş. Bu esnada salonsa heyecandan çıldırmak üzereydi. Kalp krizi geçirenler oldu, erken müdaheleyle kurtarıldılar.

Oyunların hepsi bittikten sonra puanlar toplandı ve finale Müslüm Gürses ile Leonard Cohen kaldı. Benimle Marks’ın puanları eşit, en yakın diğer rakibimle aramda beş, diğeriyle otuz beş puan vardı. Denge her an değişebilirdi çünki final yüz puandı. Ne kazanacağımı bilmiyordum, sonunda kaybedebilir ortadan kaldırılabilirdim de, fakat nedense sakindim ve mutluydum. Galiba uzun süredir üst üste kaybettikten sonra kısa sürede böyle üst üste kazanmak beni mutlu etmişti. Biraz ara verildi ve patronla bir araya geldik.

Bana sımsıkı sarılıp, bu işi başarabileceğini hissetmiştim, dedi. “Bir şey başarmış sayılmam, Henüz bitmedi.” dedim. Şefkatle gülümseyip “Saçmalama” dedi “Sen en büyük kumarı tereddütsüz arabama binerek oynadın zaten.” Tereddütsüz mü? Bilseydi genellikle ne kadar kararsız olduğumu, bu fikrinden vazgeçerdi. Bozuntuya vermedim. Biri bana iltifat edince dengemi kaybederdim, yine öyle oldu, ne diyeceğimi bir an bilemedim. Alelacele ‘’Sizin bu işten kârınız nedir?’’ diye sordum. Gülümseyerek ‘’Senin bu işten kârın nedir?’’ dedi. Sahi bu işten kârım neydi?
Niye buradaydım?
Neden o arabaya binmiştim?
Kumarsız asla yapamaz mıydım?
Bu nasıl bir tutkuydu böyle?
Yoksa acaba kumar tutkusu dediğim şey daha yüce bir tutkunun arayışı mıydı? Derinlerde saklı, unutulmuş bir yoksunluktan ötürü mü böyle varlığımı masalara sürebiliyordum? Ne yapıyordum?
Kumarbazdım, kayıptım ve daima sermesttim. Ne istiyordum? Hiçbir şey istemiyordum. Her şeyi istiyordum. Rüyada mıydım, halüsinasyon mu görüyordum yoksa uydurduğum kurmacaların içinde mi bulmuştum kendimi? Kimdim? Ser, mest Soy, lu. İsminin kaderini yaşayan bir zavallı mıydım yani? Trilyon tane soru geçti böyle kafamdan. Gözlerimi patronun gözlerine dikip ‘’Daha belli değil.’’ dedim. ‘’Kâr dörde ayrılır’’ dedi. ‘’Kısa ve uzun vadede küçük ve büyük olarak. Sen uzun bir zaman sonra bu gece yaşadığın olayların sıcaklığı azalınca, uzaktan durup bugüne bakacaksın ve göreceksin ki, senin kendine inancın eksikmiş, bu yüzden daima kaybediyordun. O hırpaniliğin ve kendinden vaz geçmişliğinle kaldırımda otururken ben sana bu inancı geri verdim. Seçilmek kim tarafından seçildiğine bağlı olarak herkesi onore eder ve neşelendirir, kişiye yaşamak coşkusu katar. Yaşamak coşkusuna sahip olan insansa kazanmaya mahkûmdur. Seni aldım, buraya getirdim, dört kapıdan geçirdim. Burada her şeyin bir anlamı var, hiçbir şey tesadüfi değil. Evren ikimizi bir araya getirdi; benim fazlalıklarım senin eksikliklerine, senin eksikliklerin benim fazlalıklarıma iyi geldi. Eksiklik yara, fazlalık ise merhemdir. Her merhem yarasını arar. Yarasını bulamayan merhem yara’ya dönüşür, bir başka yaranın ta kendisi olur. Bu yüzden fazlalık bir merhem olduğu gibi, her fazlalık da bir yaradır. Şimdi bana kârımı mı soruyorsun? Kısa veya uzun, küçük ya da büyük. Belki sadece bu, belki daha fazlası, ne fark eder? Beni boş ver, kendine odaklan.’’ Dedikleri o kadar çok kafamı allak bullak etmişti ki, ben Sermest Soylu gelişine yaşardım, bu konulardan anlamazdım. Ona bir şey demek istiyordum fakat yetersiz kalırım diye ne diyeceğimi bir türlü bulamıyordum. Sanırım endişeli biriydim. Bir yandan anlatımı, dudak ve kaş hareketleri beni öylesine etkisi altına almıştı ki, kazandığım oyunlar üstüne iltifatından olsa gerek yine kibrime yenildim ve kendimi tutamayıp ‘’Kumarı siktir et, o çocuk oyuncağı. İyi, güzel hoş konuşuyorsun da, sevişecek miyiz sevişmeyecek miyiz?’’ dedim.

Tabii, demedim. İçimde prova ettim.  Bunun yerine ‘’Finali başaramayacağımdan korkuyorum. Marks gibi bir rakibim var.’’ dedim. Dünyayı çınlatan bir kahkaha koy verip ‘’Şu tabloya bakar mısın, ikinizin de puanları eşit.’’ dedi. ‘’Ama o ölümsüz.’’ dedim. ‘’Ah, yine bir yanılsama. Unutma, Marks da ölümsüz olmazdan evvel sadece bir ölümlüydü.’’ dedi. ‘’Yani?’’ dedim. ‘’Yani kendini onun son hâliyle kıyaslama. Kıyaslamak gibi bir dalgınlıkta bulunacaksan da şunu hatırla: bir ölümsüzle yarışıyor, onunla aynı puandaysan sen de ölümsüzsün ve kazanmaya mahkûmsundur, demektir. ’’ dedi ve sarıldı. Sarılınca içime bir tazelik yayıldı. Sımsıkı sarıldı. ‘’Sen çoktan kazandın, Sermest. Gidiyorum bu.’’ dedi ve yanağımdan öptü. Gitti. Yanağımdan öptü. Sanki yanağımda bir pürüz vardı da, dudakları sürülünce geçti. Yerime oturdum.

Son etapta iki galibiyet alan şampiyon olacaktı. Ciciş Kardeşler yine sahne önündeydi ve bu sefer ellerinde bir torba tutuyorlardı. Benle Karl Marks’ın önüne gelip, yayıla yayıla bir ses tonuyla ikiniz eşit puanlarda olduğunuz için aranızdan biri bu torbadan kâğıt çekecek ve ilk oyunu belirleyecek, hanginiz yapmak ister, dediler. Ben ve Marks birbirimize, lütfen sen, lütfen sen diyerek öncelik tanımak istedik. ‘’Lütfen, ağbi, sen büyüğümsün. Önce sen çek.’’ dedim. ‘’Ne ağbisi ulan, hiyerarşiye karşıyım, bana ağbi deme.’’ dedi. Sanırım Ciciş Kardeşler’in cazibesi ona böyle şeyler dedirtiyor deyip, bozuntuya vermedim. Torbadan çektim. Kâğıtta yazan şuydu: Hülya Avşar’ı İbrahim Tatlıses gibi öpmek. Bir anlam veremedim. Karl Marks sevinçten dört köşe olmuş, salonsa ıslık alkış kıyamet yıkılmaktaydı. Kimileri aç aç aç diye bağırdı. Ciciş Kardeşler üstlerinde bikinileriyle kalıp, sahneye çıktılar. Yanlarına Müslüm Gürses ve Leonard Cohen getirildi. Yirmi beş puanlık ilk yarışma şuydu, İbrahim Tatlıses’in üstüne kitaplar yazılmış ve akademik çalışmalar yapılmış genellikle Hülya Avşar’la bilinen dünyaca ünlü Emikleyerek Öpme Sanatı’nı başarılı bir şekilde hangisi icra edecekti.

Tahminimi yapmadan önce kısa bir fikir yürütme yaptım. Cohen de Gürses de duygusal insanlardı. Fakat Müslüm içe dönük ve çekingenken, Leonard dışa dönük ve zıpır bir herifti. Müslüm çilekeş ve karamsarken, Leonard hazcı ve iyimserdi. Üstelik şiir yazıyordu ki bu onu tam bir tehlikeli kılıyordu. Şiir yazan erkeklerin cinsel iştah ve becerilerinden korkmalıydınız. Müslüm Gürses’e nazaran Leonard Cohen emikleme işinde iyi sayılabilirdi ve muhtemelen daha tecrübeliydi, zaten Batılı bir insandı. Oyumu Leonard Cohen’e verdim. Yarışma başladı ve salonda nefesler tutuldu. 2 dakika 18 saniye sonra Leonard Cohen birinci Ciciş’ten dudaklarını aldı. Ciciş kanatlanmış ve havada uçmaktaydı. Masadaki Hz. İsa istavroz çıkarıyor, Hakkı Bulut avuçlarını açmış dua ediyordu. Herkes şaşkınlıktan dilini yuttu. Birinci Ciciş kuş olup, gökyüzüne ağdı.

İkinci Ciciş ile Müslüm Gürses karşılıklı duruyorlardı. Fakat Müslüm eline mikrofonu alıp, boğuk-sakin tonuyla ‘’Demin efsane bir şey yaşadık burada. Hiçbir film, hiçbir destanda böylesi yoktur. İbrahim Tatlıses bile böylesi öpüşmemiştir. Leonart kardeşimi tebrik ediyor ve ilk etaptan çekileceğimi belirtmek istiyorum. Onun üstüne çıkılamaz, Leonart’tan sonra dudak emiklenemez. Alkışlar!’’ dedi. Tüm misafirler böylesi bir bilgelik ve dirayet karşısında hayranlıktan ayağa kalkmış, alkışlıyordu. Salonda birden ‘’Elli elli yüz, biz Müslümcüyüz.’’ ve ‘’Müslüm Baba, Müslüm Baba’’ sesleri yükseldi. Bana sorarsanız kalabalığın önünde öpüşmekten utandı da, yarışmayı kaybetmek pahasına ustaca bir manevrayla bu demeci verdi. Fakat netice itibariyle Müslüm Gürses o gün orada o tavrıyla Baba olmuştur.

İkinci yarışma için tek kalan Ciciş torbayı Karl Marks’a uzattı. Ben mi yanlış duydum, yoksa alkolün ve yoğun geçen yarışmaların artan etkisi miydi bilmiyorum ama burada yer veremeyeceğim ayıp bir diyalog geçti aralarında. Kâğıttan Marks’ın kahkahaları arasında çıkan şuydu: Süt içme. En çok şişelenmiş köy sütünü içip masaya devrilmeyen aday bu etabı kazanacak ve oynayanına yirmi beş puan kazandıracaktı. Leonard şehir çocuğudur, paketlenmiş pastörize market sütünden aşağısını içemez, köy sütü onu bozar diye düşünürken şöyle bir şey oldu Müslüm Gürses kaçmaya çalıştı. Korumalar onu kollarından tutup sahneye çıkardılar. Ödül olduğu söylenen üzeri fiyonklu Murat 131 arabanın önüne getirip, çökerttiler ve kollarını yanlara açıp iple arabanın ön tarafına bağladılar. ‘’İçmiyeceğim, nayır, nayır’’ diye bağırıyordu. Milletvekilleri, bloggerlar, sanatçılar, müteahhitler, kantinciler, bilim insanları, şarkıcılar, başkanlar ezcümle salondaki herkes deminki olgun adamın şimdiki çocuksu tavrına bir anlam veremeyip, merakla bakıyorlardı. Ne yapmaya çalışıyordu böyle? Sütten mi korkuyordu? Bu işte bir bit yeniği var, deyip oyunumu kesinlikle Müslüm’e oynamaya karar verdim. Patron kadının dediği gibi hiçbir şey tesadüf olamazdı ve benim tesadüfleri okuma biçimim buydu. Aksilikler bir fırsatın işaretçisidirler kimi zaman.

Her oyun için ayrı bir bahis de açılıyordu ve bu etapta Müslüm’ün oranı 1 e 18’ti. Bu tavırlarından sonra da bahis oranı 1’e 50 oldu. Galibiyeti sürprizdi. Yani 100 lira basarsam ve kazanırsa 5000 liram olacak manasına gelirdi bu. Şu ana kadar oynamamıştım çünki cebimde param yoktu. Ah keşke olsaydı, ah ah. Çaresizce etrafıma bakınırken, Marks neyin var ne oldu deyip halimi sordu. On liram olsaydı falan bahis oynayabileceğimi, ama param olmadığını filan anlattım. Dert ettiğin şeye bak, son param bu deyip, cebinden 20 lira çıkardı ve bana verdi. Aa Türk Parası taşıyorsunuz diyerek yine şaşkınlığımı belli ediyordum ki, kafamın içini okumuş da, işaret parmağını dudaklarımın üstüne getirip, usulca ‘Lütfen sussss ve kabul et artık. Elbette dünyaya hükmeden bir ulusun parasını bulunduracağım; Türk Lirası’nı taşımak benim için bir gururdur.’ dedi. ‘’Borç olarak alıyorum.’’ dedim. ‘’Zinhar kabul etmem. Borç değil. Para ihtiyacı olanındır. Vardı paylaştım.’’ dedi. Aldığım parayı görevliye verip, kulağına ekstradan Müslüm Gürses’e oynamasını söyledim.

‘’Kime oynadın?’’ diye sordu Marks. Gülümseyerek ‘’The Secret’’ diye yanıtladım. ‘’Elbette Cohen alacak diğ mi?’’ diye üsteledi. Şüphe taşımaksızın ‘’Müslüm Gürses kazanacak.’’ dedim. Bir kahkaha koy verip ‘’En baştaki tahmininde ısrarcısın yani. Acemi şansının da bir sınırı vardır. Tamam, şu ana kadar sürprizi buldun, fakat bu saatten sonra yemez. Baksana şu adamın hareketlerine..’’ dedi. ‘’İnsan başkalarının dediğine en çok ne zaman alınganlık ediyor biliyor musun, Marks? Kendine güveni ve inancı olmadığı zaman. Bir köpek gibi salyalarını akıtarak başkalarından onay bekliyor oluyorsun. Aşağılık bir hâl bu. İlk başta Müslüm alır dediğimde tüm salon gülmüştü. Kırılmadım değil. Alındım elbet. Ezildim. Fakat zaman beni haklı çıkardı ve kendime, sezgilerime güvenmem gerektiğini anladım. Şimdi gülüyor olmana gülümsüyorum. Müslüm kazanmasa bile önemli değil, mühim olan benim içimden geleni yapmam. Ve içimden geleni yaptım. Mutluyum.’’ dedim. O da ‘’İlk başta Müslüm alır diye düşündüm, fakat bu kaçkın hareketleri beni kaygılandırdı. Takımından memnun olmayan yabancı futbolcular gibi huzursuzluk çıkarması sanki oynamak istemediğini düşündürttü. Bana kalırsa bu etabı da Cohen alacak ve oyun bitecek.’’ dedi. Sadece ‘’Fark etmez.’’ demekle yetindim. Müslüm’ün kazanacağından o kadar emindim ki, içimde bir kelebek vadisi yer etmişti adeta, pır pır pır idim ve yerimde duramayacak gibiydim. Patron kadına dönüp, baktım. Yutkundum ve tahminimin tüm salona Müslüm olduğunu belirttim. Patron bana gülümseyip, yerine oturdu.

Cohen birinci bir litrelik şişeyi fondip yapıp ‘’Hallelujah!’’ dedi. Herkes alkışladı. İplerle bağlanmış kıvranan Müslüm ise içmemekte dirense de, yanına gelen Buddha’nın mühim çakra bölgelerine yaptığı birkaç dokunuşla inadından vazgeçti ve bir şişeyi içtikten sonra sırası olmadığı halde ikinci ve üçüncü şişeyi de çat çat çat diyerek içti ve ‘’Allah Allah, hû!’’ deyip, ipten kurtardığı eliyle ağzını sildi. Salonda çığlık kıyamet tufan koptu. Cohen de altta kalmayıp dört şişe içip geğirdi. Süt süt diye çılgına dönmüş Müslüm ise bir bidon sütü sağ kolunda bir bidonu sol kolunda hortumla birer damara enjekte ettirip bir kasa sütü de ardışık olarak dikmeye başladı. Kimse onu durduramadı. Leonard Cohen şapkasını çıkarıp, Müslüm brother’ıma saygılarımı sunuyor ve pes ediyorum, lütfen bir alkış alalım, mükemmel bir oyun çıkardı, dedi de ancak öyle durdu. Final turunda bir birlik beraberlik oluşmuştu ve kazanan son bir oyunla belli olacaktı. Aslına bakarsanız benim için gece bitmişti. Paramı alıp eve gidebilirdim. Uzun zaman sonra kazanınca insan bir an önce harcamak istiyordu. Buradan kaçmalıydım, fakat tek bir yolu vardı, o da ölmek. O yüzden final oyunu için bekledim.

Heyet kendi arasında konuşup karara vardı. Kararı bildirmek için öne elinde mikrofonla Hakkı Bulut çıktı. ‘’Leydiz ent centılmının’’ dedi. ‘’Son oyunumuzu açıklamadan önce Leyonırt Bey ve Müslüm Baba kardeşimiz birer şarkı söyleyecekler. Fakat kendi şarkılarını değil, birbirlerinin şarkılarını. Ha hay. Alkış! Alkış! Hangi şarkıyı söyleyeceklerini de alttaki yarışmacılarımız ortak kararla seçecekler.’’ diye de ekledi.

Yerli olduğum için Marks ve diğerleri Cohen’in söyleyeceği Müslüm şarkısını bana bıraktılar. Ekranda Adını Sen Koy, Haberimiz Yok ve Hangimiz Sevmedik eserleri vardı. Karar verdim. Leonard Cohen Müslüm Baba’dan ‘’Hangimiz Sevmedik’i söyledi. Çok güzel de söyledi. Ortalık bir daha bir daha sesleriyle yıkıldı. Kimileri ‘’Elli Elli Yüz, Leonart Kohencüyüz’’ diye bağırdı. İşte o an Leonard Cohen de Cohen Baba olarak geçiverdi tarihe. Müslüm Baba da Leonard Baba’dan ‘’Dance Me To The End Of Love’’ parçasını nefis yorumladı. Böyle bir gece yoktu. Bu bir masal olmalıydı. Adeta bir ziyafete düşmüştüm. Hayat güzeldi ve şimdi ölebilirdim. Mutluluktan.

Henüz hiçbir şey bitmiş değildi, çünki puanım Marks’ın yirmi beş önündeydi, fakat final elli puan değerindeydi. Kararımı tereddütsüz ve kusursuz vermeliydim. Son oyun herkeste şaşkınlığa ve heyecana yol açtı. Müslüm Gürses ve Leonard Cohen yumruk-kafa serbest, tekme yasak dövüşeceklerdi. Marks bana dönüp ‘’Sen kazandın evlat’’ dedi, ‘’biliyorum ikimiz de aynı tahmini yapacağız.’’ Üçüncü rakibimizi gösterip onun da yakın olduğunu söyledim. ‘’Yok, yok’’ dedi ‘’Bu gece ne olursa olsun tek kazanan sensin. Bütün gece senin içindi belki de. Kim bilir. Onun seni geçip geçmemesi, bilip bilmemen mühim değil artık.’’ İkimiz de Müslüm alır dedik. Hakem yedi, altı, beş, dört, üç diye geri sayarken patlamış göz kapağından sızan kan ve düşmüş dişleriyle yattığı yerden sağolun der gibi bize bakıp gülümsedi Müslüm Baba. O kadar çok süt içmişti ki, laktoz intoleransı olsa gerek aynı zamanda geğirip duruyordu. Gözümden bir damla yaş düştü. Leonard Cohen mavi köşede oturuyor, bir koşu atı gibi terlemeye devam ediyordu. Kıvançlıydı. Hakem iki dediğinde yer sarsıldı, gök gürledi, dünyanın tüm ormanları ve hayvanlarının iniltileri ortalığı kapladı. Müslüm Baba ayağa kalktı. İki elini yumruk yapmış, bağıra bağıra göğsüne vuruyordu. İmanlı bir gorili andırıyordu. Dövüş tekrar başladı. Leonard muhteşem bir oyun çıkartsa da nakavt oldu. Biz üç kişiydik. Ben ve Marks ringe koşup Müslüm’e sarıldık.

Salon usulca dağıldığında patron kadın bana yaklaşıp, elime bir anahtar verdi ve konuşmadan uzaklaştı. Bu sahnedeki Murat 131’in anahtarlarıydı. Onu tekrar görebilir miydim bilmiyordum, fakat bu muhteşem geceyi böylesi alelade kaygılarla kirletmemek de istiyordum. Akıllıca değildi. Düşünmek gelecek zamanda hatıralara doğru yapılabilinecek bir işti, şimdi yalnızca yaşamak zamanıydı. Peşinden bir süre şükranla baktıktan sonra arabaya atladım. Otomatik vites güncellenmiş bir Murat 131’di bu. Bayıldım. Arabayı çalıştırıp, yerini öğrendiğim gişeye sürdüm. Yirmi lira yatırdığım bahis ikramiyemi alıp yola koyuldum. Yirmi koyup 1000 almıştım. Gün aydınlanmak üzereydi. Açık bir market bulmalıydım. Saatte yüz yirmi kilometre hızla arabayı bağırta bağırta ilerliyordum ve güneş ufukta yükseliyordu. Bir ıslık tutturdum.

Ben oyunlar başlamazdan evvel şampiyon bire doksan oranıyla Müslüm olur dediğimde herkes bana güldü. Müslüm Gürses, Leonard Cohen’i döver dediğimde yine gülmüşlerdi! Lakin beş kilo biftek, on kasa bira ve 1000 lirayla eve dönen ben oldum. Aramızda kalsın, biftek ve biraları salondan çaldım. Hayat ne güzeldi böyle!

Beş Kalp Patlatan Panda Öpücüğü ve Görünmez Adam

O malum hafta sonundan bir gün sonra gelen hafta içi günü Sosyal Güvenlik Kurumu’ndaki işimi halledip, artık daha fazla faiz binmeyecek olan cezamı ödemiş olmanın ferahlığıyla evime dönüyordum. Sabah çıktığımda hava güneşliydi ve üstümde tişörtüm vardı. Ben bürokratik kıyım tezgâhından geçmekteyken, dünya üzerinde ne olduysa artık, eve dönmek için çıktığımda kar boran fırtına var idi.

Donarak ölmeyi henüz aklımdan geçirmediğim için çıkmayıp içerde kalmak istedim. Hatta müdüriyet uygun görürse orada hâlihazırda boşluk bulunan bir birimde gönüllü, sözleşmeli veya karşılıklı beğenişirsek kadrolu çalışmayı bile düşündüm. Lakin bildiğiniz üzre hayat çoğu zaman odanızın dışında, evinizin ötesinde bir şeydir ve diledikleriniz –tüm kişisel gelişim sahtekârlıklarının aksine– her zaman gerçekleşmez.

İşimi bitirdiğimde öğle arası paydosu olduğundan, görevi -özellikle bu gibi zamanlarda- binayı personel harici usulünce boşaltmak olan adonis vicutlu, Ayhan Işık bıyıklı güvenlik çalışanı dayı kibarca burada duramayacağımı söyleyip, dışarı çıkmamı benden istedi. Nedendir bilmiyorum, gaflette bulunup agresif bir tonda buranın kamu kurumu olduğunu, kendisinin benim vergilerimle çalışan bir işçi olduğunu ve bu nedenlerle çıkmayacağımı, hatta — soğuktan hayatta kalmak dürtüm artık nasıl baskın geldiyse içimde, bahisleri daha da yükseltip — sıkıyorsa müdürünü çağırmasını ve hatta — baktım başını eğiyor burnunu kaşıyor gaza geldim napim — zor kullanmaktan çekinmemesini söyledim. Bunu söylememle birlikte o efendi, zarif, dağ gibi adam gitti; yerine Yadigar Ejder ebatlarında Erol Taş hissiyatlı Nuri Alço sinsiliğinde gözleri belermiş bir başka adam geldi. İki yanımdan kollarımı beni kaldırıp indirecek, kaldırıp indirecek, kaldırıp indirecekmiş gibi sımsıkı tuttu.

Bu tutuş tekniğinin adı Beş Kalp Patlatan Panda Öpücüğü idi ve menşei de Çin’in Tibet bölgesinin yüksek yaylalarıydı. Bu tutuş sizi beş dakika içinde öldürmez fakat bir ömür boyunca süründürürdü. Bir kitapta okumuştum, oradan biliyordum. Parmaklarının etimden geçip kemiklerimi çatırdattığını duyabiliyordum. Kemik seslerinin şiddeti arttıkça kendi sesimse inceldi. Ta kalubeladan beri olduğu gibi yine fiziksel güç sözel güce üstün gelmişti. Deminki o kamudan beklentileri ve haklarının hassasiyetinde olan ben gitti, yerine tatlış tatlış “Aman ağam, canım kurban! Sen beni yanlış anladın, benim vergim ne ki!? Hepi topu aldığım bir karton sigara üç beş şişe rakı, biraz da beyaz peynir. Hım bınım vırgılırım sizin kuruma gırmımıştır bile, girer mi hiç, girmez. Onlar yol olmuştur falan, onlarla mitribis alınmış, yol kenarlarına çiçik bicik dikilmiştir filan. Ellerinizden öperim efendim, lıtfın sakin olunuz.” diyen bir başka ben geldi. Duyduğunuz bazı sözcüklerimin harflerinin, – mitribis, vırgılırım gibi -, incelmesi ve aynılaşması kollarıma uyguladığı baskıyı arttırdığı zamanlar oluverdi. Üzerine basıldıkça tiz sesler çıkaran plastik ördeklere çevirdi beni. Tuttuğu kollarımı gevşetmişti. Kendimi bir çuval gibi hissediyordum ve bu çuvalın içine de ufalanmış kemiklerim dökülüyordu. Haliyle ayakta durmakta zorlanıyordum. Siktir git lan, dedi. Bu çirkin sözler kime deniyor acaba diye etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu. Ayhan Işık bıyıklı dayı bana bakıp kime diyorum lan sigigit dedikten sonra kapıyı açtı, beni tutup savurdu ve götüme de sağlam bir tekme attı.

Kötü bir niyeti olduğunu asla düşünmedim, çünkü yalnızca dışarı çıkmama yardımcı olan iyi bir insandı o. Fakat içimdeki kötücül, karanlık bölge onun bu anlayışını hazmedememiş olacak ki biraz uzaklaşınca ona doğru beni “Sen çıkartmadın, ben kendim istediğim için çıkıyorum.” diye bağırttı. Güvenlik Dayı adımını atacakmış gibi yapınca ayaklarım götüme vura vura Şener Şen misali bastım koştum.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Ana caddeye çıkınca durup soluklandım. Arkama baktım gelen yoktu. Kaldırımda yürüyen insanlar bana meczupmuşum gibi acı ve tiksintiyle bakıyor, yoldan geçen arabalardaki insanlar da ani frenlerle arabalarını durdurup fotoğrafımı çekiyorlardı. Hayır, belki de video çekiyorlardı, çünki bir fotoğraf tek bir andır ve hakikate dair kesin bilgi vermez. Oysa video, yine kötücül amaçlarla kullanılabilir, fakat öyle değildir. Neyse, bir çekmeyin lan deyip çekindim, bir de haberim yokmuş gibi çekin panpalar yaparak çekindim. Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Çekilmek ve talep görmek güzel bir şeydi ama, bir yerden sonra yoruldum. Ayrıca sucuk gibi olmuştum ve üstüm yaz sezonuydu. Yağmur kalın bahçe hortumuyla olduğum yere yağıyordu sanki. Sığınacak bir yer arandım, bulamadım. Bütün dükkânlar kapalıydı, nereye gitmişti bu insanlar böyle ve kahretsin, hiçbir binanın saçağı yoktu. Otobüs durağı vardı, üç metrekareydi, fakat içinde de bir kamyon insan vardı; neresine sığışacaktım. Kedi gibi sırnaşayım dedim yanlarına kimse oralı olmadı. Adım atacak gibi oldum, ı-ıh hiç kimse paltolular bile milimkaresini bana vermek istemedi. Üstüne üstlük hep birlikte dövecekmiş gibi baktılar bana. Küçük Emrah’ın ‘’vurmayın’’ isimli parçasını söyleyip az öteye uzadım. Allahım ben ne suç işledim de, başıma bunlar geliyor diye düşündüm. Böyle zamanlarda suçlayacak birini arar insan ve yargılama işine önce kendinden başlar. Durum şudur: Cezalı olduğunu kabul edersin ve suçunu ararsın. Suçunu bulamazsan da, suçlayacak birini aramaya başlarsın. Bir reklam panosu vardı, içinde iç çamaşırı ve seksi bir kadın. Yaslandım. The Good, The Bad and The Ugly filminin efsane müziğini ıslık tutturdum. Bekledim.

O soğuk havada o fırtınada o karda o tişörtle bir saat boyunca vaktinde gelmeyen otobüsü bekledim. Bir saat boyunca o ıslığı çaldım. Sonunda geldi ve bindim tabii. Otobüs o kadar doluydu ki, kapıdan sarkık bir vaziyette yolculuk etmek zorunda kaldım. Orda da müthiş bir soğuk yedim elbette, fakat yılmadım. Aklıma güzel şeyler getirmeye çalıştım: Kızgın kumların üstünde, kavurucu güneşin altında rüzgâr püfür püfür esiyordu ve ben öylece uzanıyordum. İnenlere yol verdim, binenlere abim ablam çektim. Kolonya olsa kolonya dökecek, badem şekeri olsa badem şekeri ikram edecektim. Bir gariplik vardı ki, sanki artık kimse beni görmüyor, duymuyordu. Alışmışlar mıydı? Sanmam. İş dönüşü desem, o da değil, öğlen vakitleriydi. Belki, otobüsün çoğu yaşlıydı, yaşlılık kayıtsızlığıydı. Yaşlıları memnun etmek de kolay değildir zaten, aman. Bak, dalgana. Bir ara kapı ağzındakilerden biri kaptan kapıya kıyafet sıkışmış, dedi. Bakınıverdim, kıyafetten eser yok, hayal görüyor herhalde. Anlam veremedim, ne kadar çok deli var dedim kendi kendime. Kaptan da oralı olmayıp, arttırdı vitesi. Otobüs virajı keskin dönmüş, saatte 120 kilometre ile yol almaktaydı. Kızgın kum, güneş, rüzgâr. Kızgın kum, güneş, rüzgâr. Böyle böyle tekarladım, Happy Go Lucky ulan diye bağırdım ve gülümsemeye devam ettim.

Eve döndüğümde çişim vardı, hızlıca tualete koşturdum. Fakat işeyemedim, çünki pipim yoktu. Aman tanrım! Yalnızca pipim değil hiçbir şeyim kalmamıştı nerdeyse. Aynaya bakındım ve kendimi bu halde buldum. Sadece kıyafetlerim yerli yerindeydi. Geri kalan hiçbir parçamsa hatlarımı belli eden ince birkaç kemik ve ellerim dışında yoktu. Size söylemeyi unuttum Beş Kalp Patlatan Panda Öpücüğü’nün insanı ömrü boyunca süründürmesinin yanında bir diğer özelliği de buna maruz kalan kişiyi bildiğiniz silmesiydi. Evet, silmesi. Bu muazzam teknik tüm varlığınızı silikleştirip, üstünüzden lüzumsuz parçaları silkelerdi ve geriye benim gibi böyle çöp adam olarak kalırdınız. Böyle bir durumda belki sizin aklınıza başka bir şey yapmak gelirdi, fakat benim uçuk, silik ve avanak aklıma bir selfie fotoğraf çekinip bu anı ölümsüzleştirmekten başka bir şey gelmedi.

O malum hafta sonu olanların da hiçbir önemi yok. Silin gitsin belleğinizden.

Bir Facebook Hikayesi: Remzi’nin Uygun Açıdan Çekilmiş Filtresiz ve Trajikomik Yalınlığı

‘’Şimdi tam zamanı!’’ diye bağırdım.

Günlerdir tek bir iç karartıcı toplumsallaşmış olay olmamıştı çünki. Ne bir canlı bomba, ne bir tecavüz, ne bir şehit. Ortalık sakin görünüyordu. Coşkuya dair, öfkeye yahut güvenliğe veya ölüme veyahut kolektif özgürlüklere dair her hangi bir ses seda yoktu. Evli evine köylü köyüne, her şey süt limandı; şehirli kanepesine yahut butik cafe’sineydi. Fakat kavgaya, şamataya, kan, gözyaşı ve endişeye öylesine alışmıştım ki içimdeki o zalim şüpheyi kaldıramıyordum bir türlü. Gerçekten gürültüsüz patırtısız bir gün müydü bu? Evhama lüzum yoktu; henüz kimse neşeli bir şarkı yahut mükellef bir kahvaltı fotoğrafı paylaşmamış dahi olsa, galiba öyleydi. Gürültüsüz patırtısız bir gündü. O yüzden tam zamanıydı.

Toplumsal hareketliliğin durulup dinmiş olduğundan iyice emin olduktan sonra Facebook hesabıma bismilllah diyerek giriş yaptım. Adım Remzi. ‘’İnşallah kötü bir şeyler olmaz’’ diye de ekledim aceleyle, hemen peşi sıra söylemezsem tılsımını yitirecekmiş de sıkıntılar baş gösterecekmiş gibi. Kötülüğün, siyasetin ve barbarlığın bu denli yayılmasına artık dayanamıyor, belediyenin parklar ve bahçeler müdürlüğüne bağlı, kendi evime yakın ormancıklardan sonra nefes alınacak son alanlardan biri olduğunu düşündüğüm sosyal medyanın da bu kirlilikten kaçamamasından ötürü acılar çekiyor, temkinli davranıyordum. Beni mazur görün. Epeydir bu yaygın olarak hor kullanılan müthiş ifade aracı Facebook’a ol sebeplerden ötürü uzak kalmıştım. Aslında biraz başka sosyal ağlarda gezinmiştim de, bunu kimseye söylemeye dilim varmıyor, af buyrun herkesten saklıyordum. Böylesi daha kulağa ve gönle cool’du. E-mail adresimle şifremi yazmış, enter’a basmış ve artık içindeydim. Kalbim küt küt atıyordu. Unutulmuş fakat bildiğim bir ormana girmiş gibiydim. Derin derin soludum. Bu iklimi özlemiştim ve ciğerlerime böbreğime ilik kemiklerime değin işlettim. Butonlara, görsellere dokundum. Gözlerim nemli nemli bildirimler sekmesine bakındım. Kırmızı ibareli mesaj simgesine sarılmak istedim, sağ tarafta tanıyor olabileceğin kişiler sekmesinde sanki özellikle bana sırıtıyormuş gibi bakan ekleşilmemiş akrabalarımı görünce kendimi tuttum. Sıra gecelerine yaraşır derunî bir ah çektim. Ah, ah! Sonra giriş yaparken bismilllah dememe şaşırdım, şaşırmasına da, bunun da üstesinden geldim. ‘Bütün insanlar böyledir’ dedim, ‘zora gelince imdat çekicinin bile kutsal olduğunu düşünür, ona taparlar.’ Sonra bu imdat çekiçli aforizmatik tümcemi not almam gerektiğini düşündüm; belki günün birinde hayatımın romanını yazar da, orada kullanırdım. Kalem nerdeydi?

Böyle durgun ana sayfada gezinirken, profilime girip eski iletilerime bakındım. Geçmiş bugünden bakılınca her daim bir çocukluksa eğer, ne türlü çocukluklar yaptığıma bir bir aşağıya doğru bakındım. Nasıl şarkılar paylaşmıştım öyle!? Aşk acısı mı çekmiştim yani? Hayır, bu mümkün değildi. Çünkü kalbimi ameliyatla aldıralı uzun yıllar olmuştu ve o vakitler sosyal medyanın esamisi dahi okunmuyordu. Peki, ya o fotoğraflara ne demeli? Bu filmleri kendim mi izlemiştim yoksa Tumblr’dan çalıp çalıp caka satmak için buraya mı yerleştirmiştim? Belki de o vakitler sinemacı bir bağyan vardı, ondan hoşlanıyordum; onunla yakınlık kurmak için yapmıştım tüm bunları. Baksana şuna Bela Tarr diye bir adam paylaşmıştım, oysa onun bir filmini izlemiş ve anlamsız bulmuştum. Saçma sapan, karanlık ve gereksiz uzun bir filmdi. En sevdiğim film Ali’nin Sekiz Günü’ydü. Adım Remzi. Ben bir bakkaldım. Her türlü kurmacada özdeşlik ararım. ‘’Kardeşimsin, helal, yakışır, baba büyüksün, hatuna bak taş taaaaş’’ gibi ifadelerin dışında bu paylaşılanların benimle bir alakası yoktu işte. Ya birisi hesabımı çalmıştı ya da hafızam epey zayıflıyordu. Doktorumun son dediklerini hatırlamaya çalıştım, bulamadım. ‘’Margarinler’’ dedim ‘’anne yarısıdır ve alzheimer’a yol açarlar.’’ Bu laf da neyin nesiydi şimdi? ‘’İnsan çocukluğunun bir kısmını önüne katar, bir kısmını geride bırakır, bir kısmını da kambur olarak sırtında taşır.’’ da dedim. Konuşan ben miydim? Sanmıyordum. Adım Remzi. Bu aralar hatları karıştırıyordum. Düşünmekten sıkıldım, profilimde gezinmeyi bıraktım. ‘’Aman.’’ dedim.

Ana sayfaya döndüm. Aşağı hareket etmekte tereddüt ettim. Kişisel hayatlarında tatmini bulamamış da öfkesini siyasete kanalize etmiş tanıdıklarımın mutsuzluk kokan paylaşımlarını görmek istemiyordum. Buram buram duygusal, politik açıdan noksan, vicdan yazılarından da sıkılmış, o yüzden buradan kaçmıştım zaten. Böyle böyle aşağı inmeye tereddüt ettim bir süre. Ayrıca baskı ve şiddete o denli alışmıştım ki farkında olmadan, gündemin süt liman olmasından ötürü oluşan boşlukta ne yapacağımı bilemedim. Yoksa hazır girmişken şu imdat çekiçli aforizmayı Facebook’ta durum güncellemesi mi yapsaydım?

Yok, olmazdı. Ya şiddetli bir patlama haberi gelseydi… Güncelleme arada kaynayıp heba olup gidebilirdi. Çünki böylesi kaotik zamanlarda toplum böyle şeylerle ilgilenmeyi ayıp sayar, gizil bir biçimde yasaklardı. Perdeyi açıp, camdan dışarı bakındım. Bugün hava güzeldi. Peki ya patlama haberi gelmezse, ki bugün öyle gözüküyordu, gelmeyecekti. Bu yüzden güncellemeyi yapmalı, paylaşmalıydım. Şüphesiz vatanımın ve milletimin buna ihtiyacı vardı. İmdat çekiçli tümcemi bir daha kafamda evirdim çevirdim, sonra seslice söyledim. Epey bi beğeni alırdı bu. Çok beğeni alırdı bu. Fena alırdı bu. Net! Fakat karar veremedim. Burada kullanırsam, gelecekte yazacağım romanımda da kullanmam kendimi tekrar etmek ve doğurgan olmamak anlamına gelecekti ki, bu suçlamaya metabolizmam dayanamazdı. Çare için kara kara düşündüm.

İşin içinden çıkamadım. Ne romanıma kıyabildim, ne sosyal ağıma. İçimi bi hüzün kapladı. Bu kararsızlık ve burukluk cümlemin gözümdeki büyüsünü ve gücünü arttırdı da, arttırdı, büyüttü de büyüttü; dünyaya yaydı da yaydı. Cümle artık benim o an için uydurduğum değilmiş de, tanrıların üflediğiymiş; Homeros’un anlattığı, Gabriel Garcia Marquez’in yazdığıymış gibi oldu. Hayranlığım önce cümleme, sakinleşince sonra kendime döndü. Döndü de, kalem bulamadığım için dilimle ıslattığım parmağımı kullanarak toz kaplı masaya yazmak suretiyle cümleyi not alıp şenlenmeye bıraktım, yani demlenmeye. ‘’Tohumu toprağa bıraktım’’ diye düşündüm, ‘’bir gün elbet meyve verir, fakat daha önce şu işi halletmem gerek.’’ dedim. Adım Remzi. Çiftçi değilim, metropolde büyüdüm ve toprağa dair bu bilgim nerden geliyor, bilmiyorum. Yarım aklımı cümleme bırakıp kalan yarım aklımla da projemi gerçekleştirmek için harekete geçtim.

Ana sayfada hızlıca gezindim: Hukuksuz gözaltılar, Tecavüzcü bürokrasi, Komik Videolar, Başkanlık hevesi, Şarkılar, Nükleer Santraller İnadı, Vicdan yazıları, Zlatan İbrahimoviç golleri, Kürtlerle orta düzey savaş, Hayır de, Evet de, Kısmetse Olur, Umut Sarıkaya Karikatürleri, Polis Şiddeti, Çevre Kampanyaları, Nihat Doğan, İkinci Yeni Şiirleri ve Survivor. Liste aynı içerik farklı renklerle uzayıp gidiyordu. Hakikaten her şey her zaman olduğu gibi sıradandı, henüz ulusal çapta toplumsallaşacak kıymette bir acı olay yoktu. Arada iki üç komik video ve bir iki karikatür olması içimi iyiden iyiye ferahlattı. Kendimi güvende ve huzurlu hissettim. ‘’Şimdi tam zamanı.’’ dedim.

Bu iş için diye düşündüm olmazsa olmaz koşullardan biri güvenli ortam, ikincisi de zamandı. Uygun zaman. Saatime baktım. Öğle üstüydü. Ve hafta içi. Mesailer bitmek üzere. Şimdi, şu an, insanların maaşları oranında emek harcadıkları zamanlardı. Sabah öfkeli ve mutsuz olurlar, fakat öğleden sonra günün bu saatlerinde iş bitimine yaklaşıldığı için mutlu olur, daha bir canlanır, patron aşığı olurlardı. ‘’İşte ben’’ dedim ‘’tam bu huzurda yakalayacağım onları. Hızlıca işleri bitirmiş, mesai bitişini beklerken, merakla girdikleri Facebok’ta şaşırtacak ve hayran bırakacağım onları. Gözlerine bayram, günlerine renk gelecek!’’

Masaüstümde oluşturduğum kilitli ÖZEL KARELERİM klasörünü dikkatle açtım. Karşıma üç klasör daha çıktı. Birincisi IŞIK GÜZEL FAKAT AÇI İYİ DEĞİL klasörüydü, geçtim. İkincisi AÇI GÜZEL BEN GÜZEL BUNA BİR FİLTRE GEREK klasörüydü ki, aradığım burada da değildi. Üçüncü klasör NAZARLARDAN KORUSUN klasörüydü ve işim tam olarak bunun içindeydi. Kutsal bir mekâna girer gibi hayranlık ve korku karışımı bir duyguyla çift tıkladım. İşte oradaydı.

Yüzyıl sonra araştırmacılar bulduğunda o kadar çok kıymetlenecek nadide halim vardı ki, bunların şimdiden tarihi eser sayılmamasına şaşırdım. Adım Remzi. Vergisini düzenli ödeyen bir vatandaşım. Kültür Bakanlığı’nı göreve çağırıyorum. Sol alt köşesinde nazar boncuğu sağ alt köşesinde de pas parlak bir yıldız işareti bulunan fotoğrafıma bakıp ‘’Allahım şu tatlılığıma bak, ne kadar güzelim, tü tü maşallah. Kızlar bana kurban olsun.’’ dedim. İşte bu fotoğrafı profil fotoğrafım yapmak istiyordum. Adım Remzi. Bekardım ve henüz aile kurmak istemiyordum.

Tam geçen canlı bombaya denk geldiği için koyamadığım bu fotoğrafı bu sefer ne pahasına olursa olsun profil resmi olarak güncelleyecektim. Birden aklıma bunun filtresini o günkü hava durumundan ötürü oluşmuş o günkü ruh halime göre soluk olarak ayarladığımı, fakat bugünse hiç öyle hissetmediğimi ayrıca havanın da çok güzel olduğunu haliyle daha canlı bir filtre kullanmam gerektiğini düşündüm. Böyle kararsız beklerken içimi kötü bir olay olacak hissi kapladı. Filtresinden arındırılmış öylece bıraktım fotoğrafımı. Derin nefes aldım.

Fotoğrafı koymaktan vazgeçtim. Bir şey olmuştu fakat kimse bana haber etmiyordu işte. Aslında bugün milli yas tutuluyordu da, GSM Operatörleri ve Bankalar, bana söylemek istemediklerinden ötürü bilerek SMS atmıyorlardı. Hemen haber radyolarını ve internet gazetelerini açtım. Son dakika haberlerini kovaladım.

Yok. Yoktu. Yurt dışında, Avrupa’da veya Ortadoğu’da bir sürü patlama yahut katliam vardı, fakat yurt içinde yoktu. Ohh! Bu iyiye işaretti, en az bir kaç gün daha burada bir patlama olmayacağı anlamına gelirdi bu. Zaten en son patlama iki hafta önce olmuştu ve bir buçuk yıldır düzenli olarak her ay patlama olduğuna göre, bir sonraki patlamaya henüz iki hafta daha vardı. Boşuna evhamlanıyorum deyip sevindim. Tekrar seçtiğim fotoğrafıma ve saatime baktım, en iyi beğeni-sonuç için uygun zamanlardı. Bereketli bu vakitlerin bitimine henüz çok vardı. Fakat yine bir şey oldu. Aniden Avrupa’da akrabalarım olduğunu hatırlayıp, tekrar son dakika haberlerine baktım. Onların oldukları ülkeleri aklımdan geçirdim. Bir yandan da haberleri okudum. Patlama başka Avrupa ülkelerinde olmuştu, rahatladım. Oh!

Tam fotoğrafı koymuş, yayınla butonuna basacaktım ki yine durdum. Çünkü yurtdışındaki akrabalarım bu ülkenin hangi şehrinde olursa olsun bütün toplumsal olaylarda beni arayıp, endişelerini belirtmişti. Uygar bir insandım, aynısını ben de yapmalıydım. Yoksa laf gelir, eleştiri alır ve arada bir çikolatayla dahi düzeltilemeyecek  telafi edilmesi zor kırgınlıklar oluşturmuş olurdum. Bu yüzden kuzenimlerime nezaketen “Zaman kötü, kuzen, kolla götü ahaha” diye endişelerimi ve iyi dileklerimi belirten tek kalıp bir mesaj yazdım. Sonra da doğru ışıkla uygun açıdan çekilmiş halis mulis nofilter fotoğrafımı profil fotoğrafı olarak yerleştirip, yayınla butonuna bastım. Basar basmaz ‘’Bu fotoğraf efsane olacak, efsane!’’ diye bağırıp, masaya avcumun içiyle sertçe vurdum ‘’Şimdi görsün bakalım, millet. Tarafımdan tarih yazılıyor.’’

Adım Remzi. Margarinler çocukluk yarasıdır ve bu yaraları hayatımız boyunca yüzümüzde taşırız diyordum. Konulu tarihi romanlara bayılırdım.

Hülasa Niyet Mektubu

Ben, hasta bir adamım… İçi öfkeyle dolu, çekilmez bir adamım ben. Sanırım, karaciğerimden
de rahatsızım. Doğrusu, hastalığımın ne olduğunu, hatta neremin ağrıdığını bile bilmiyorum. Gogol’un Palto’sundan çıkan Dostoyevski’nin notlarından çıktım ve maddi-manevi çevrel; kültürel, tarihsel, ahlaki, politik koşulların etkisiyle de bugünkü hâlimi aldım. Adım çok, yaşım sonsuz. Size sigara altı ekmek arası cümleler, günlük taze felsefî atıştırmalıklar hazırlayacağım. Soğuk mezeler olarak da bükülmüş sözcükler, birleştirilmiş tümleçler sunacak; kehanetlerimiyse ıstırap ve neşeden yoğrulmuş kurmacalarımla sergileyeceğim. Demokratik ifade hakkımı hunharca kullanıp, anlatılar, öyküler ve unutulmuş oyunlardan bahsedeceğim.