Bir Oyun, Yuva – B Planı; Anlaşıldığın Yerdir Yuva.

YUVA – B PLANI

                           “(…) Kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına.”

 

Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” geçer Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanında. 

Anlaşılmadığını düşünmek yahut fark etmek üzücüdür, kırıcıdır. Bu bazen çevremizdekilerin anlayışsızlığından bazen de kendi içsel kısıtlamalarımızdan kaynaklanır. Ama kökeni ne olursa olsun kendini hiçbir şekilde anlatamamaksa kahreder. Hayal kırıklığıdır, kimi zaman da isyana değin süren yoğun bir ızdırap. Buradayızdır, varızdır, ama yokuzdur; mış gibi var olmak. 

B Planı’nın Yuva oyunu bu mış gibi varoluşlara odaklanıyor. İki kardeş ülkesindeki savaştan, biri cinsel kimliğinden, biri de müzik tutkusundan ötürü sürgün dört kişi tesadüflerle bir araya geliyor ve biz onların anlatma ve anlaşılma çabalarına tanık olurken, ifade ihtiyacının evrenselliği ve bir o kadar da yaratıcılığa müsaitliği önümüzde salınıp duruyor. Sami Berat Marçalı yaşarken anlaşılmaya mecburlara dokunaklı ve iç içe geçmiş parçalı bir anlatıyla fırsat veriyor ve bu doğrultuda evrensel ihtiyacın yazma edimiyle buluşması sonucu derdini sahneye başarılı bir biçimde taşıyabilmiş. Yazarı anladık. Peki, ya karakterleri ne yapıyor? Birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir mekanda. İşte herkes bu kadar mahir olamıyor iletişim konusunda. Ya hiç konuşmuyorlar ya da sözün pek hükmünün olmadığı vücudunu söz kılan bir primata dönüşüveriyorlar. İşte ilkel yahut uygar: Anlatmak ve anlaşılmak. Ötekine dokunabilmek. Değişmiyor. 

İngilizce bilmeyen iki kardeş Amerika’ya denizden düşüyor. Deniz arzudur, lakin her arzu hayal kırıklığını da beraberinde taşır. Amerika’ya düştüklerinde rasgele bindikleri göçmen taksici ve akabinde yaşadıkları bir kaza sonucu iki kardeş birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Acı. Küçük bir kargaşa sonrasında bakıyoruz ki abla taksiciyle kalmış, otistik erkek kardeşiyse taksinin çarptığı eşcinsel erkekle. Dalgınlığımdan değilse oyunda karakterlerin ismi yok. Bu da yazarın kendini ve meselesini özgür bırakması demek. Çünki isimler kimi zaman sınırlayıcı zararlı birer koddur. Kişinin yaşamsal pratiğinin önüne geçen ön yargılardır. Sözgelimi ben buna pozitif yahut negatif olarak çok maruz kalıyorum. Hüseyin Ali. Direkt bir Alevi uyarıcı. Aleviler kimileri için sevimli kimileri için tehlikeli. Üzerimde soyut bir uyarı levhasıyla dolaşıyorum yani. Oyunda kardeşlerin kopmasına sebep de böyle bir kod. Taksici göçmen ve kaçak olduklarını anladığı bu iki kardeşten “bomba” kelimesini duyduğunda panikle direksiyon ve yol kontrolünü kaybettiğinden kaza meydana geliyor. Yaşamda var olan ama bir türlü toplumsal alanda görünürlüğü arzulanır olmayan ötekilerin de ötekisi eşcinsele çarpıveriyorlar. Manidar. 

Müzik tutkusuyla Amerikaya gelmiş fakat gündüzleri balıkçılık geceleri taksicilik yapmak zorunda kaldığından, müziğe, yani belki de hayattaki tek ifade olanağına küsmüş göçmen bir taksici. Bu küslük bu bastırma yüzünden belki de sürekli öfkeli ve hararetli konuşması. Aktör olmak isteyen fakat ailesinde olduğu gibi sahnede de “yumuşak” bulunduğundan bir türlü kabul görmeyen ve tesadüf eseri “yine” kendisini hem anlamayan hem de yanıtlayamayacak olan fakat “dinleyecek” bir kişiyle başbaşa kalmış eşcinsel birey. Bu yüzden belki de arzularından ötürü özür dilemesi ve kırılgan olması, anlaşılamamanın duvarlarına çarpıp durması. Ülkeleri savaşta bombalandığından ailesinden geriye bir tek dediklerini anlamadığı otistik kardeşi kalan ve onu da kaybetmiş bir abla. Koca evrende yapayalnız köksüz kuru bir dal olmaktan korkması, bu gizden belki telaşı. Yazarın da içindeki dinmek bilmeyen çığlığın ve anlatma iştahının yansıması olduğunu düşündüğüm hiç konuşamayan fakat kendini bazen yazarak yahut çizerek anlatan otistik erkek kardeş. Her yazar dile hakim olduğu kadar dilden mahrumdur da; hakimiyeti mahrumiyetinden, dile getirilmeyen getirilse de dinmeyecek acıların çokluğundan doğar. Ol travmalardan ötürü konuşmadan mahrum otistik kardeş kişi Sami Berat’ın suskun yanı. Kırmızı rujla yazıyor. Kırmızı uyarıcıdır, dikkat çekicidir. Buradayım, görünüyorum ve bir hikayem var demenin bundan daha güzel bir sembolü olamaz. Birinin dudağında kimliğini haykırmasına yardımcı olurken birinin dilsizliğinde iletişim kurmasına. 

Hasılı kelam hayatın serüvene çağırarak yuvasından ettiklerinin dinmeyen huzurlu bir çatı arayışlarının hikayesi olup, dilin yakınlaştıran olduğu kadar uzaklaştıran ve kutuplaştıran da olduğunu ortaya koyan tüm ayrıntıları ve de etkili performans gösteren oyuncularıyla “Yuva” güzel bir oyun. Nokta. 

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

Bir Oyun, Tato Baba – Galata Perform; Çekiç Babalar ve Kırılgan Oğullar

                                    “Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda ‘ustalıklı’ paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.”

Ama Babacığım

BİRİNCİ BAB:

“Baba ben bir hiçim! Ben bir hiçim, baba. Bunu anlayamaz mısın? İnat falan kalmadı artık. Neysem oyum, hepsi bu. Tanrı aşkına gitmeme izin verir misin? Bir olay çıkmadan şu sahte rüyanı alıp yakar mısın?” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Günümüzün bir an evvel Ulusal Meclis gündemine alınması gereken güncel sorunlarından biri “ebeveynler ve evlatlar”. Karşılanamayan beklentiler, yükseltilmeyen itibarlar. Hayat yolunda trajikomik bir halef ve selef sürtüşmesi. Yetecek miyiz, aşacak mıyız yoksa düşecek mi..? Ebeveynler ve uzantıları; bireyler ve öncülleri…

Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz, babasının amansız eleştirelliğini anlatıyor, üstün kusur buluculuk meziyetini hani. Yapıcı değil, yıkıcı; eleştirinin ıslah eden merhametlisinden değil, mahkeme kurup cezaevine yollayanından yani. O gizil alaycılık. Sorsan, kasıtlı değil; bilinçdışı bir aşağı çekme arzusu. Takdirde utangaç ve cimri; kıyımda hunhar ve cömert. Aynısının bir benzeri bende var, kimde yok ki? İstisnaları unutuyoruz, lütfen.

Arkadaşımla sohbet esnasında ona “Bir de şöyle düşün” diyorum “Babanla bu çatışmalar aşağı yukarı ergenlikten beri olsa, 15 yıldır takdir etmeyen bir baba var ortada. Bir de 15 yıldır takdir edilmeyi bekleyen oğul. Birincisini değiştiremiyorsun, peki ya ikincisi..?” O an aklıma estiğince konuştuğumuz bu şeyler bende de bir ışık açmıştı: Çünkü her telkin biraz da, söyleyenin kendi kendisine dedikleridir de. Hakikat sırıtıyordu: Öyle bir noktaya varmıştık ki, yüzleşmenin eşiğindeydik. 

İşte Galata Perform’un taze, gevrek ve sıcak yeni oyunu Tato Baba’nın Frannio’su hiçbir zaman bu yüzleşmeyi yaşayamamış ve hesaplaşma arzusu babasının cenazesinde ortaya çıkıvermiş çaresiz, üzgün ve kırık bir genç. Fail ölü, maktül hayatta, yara kanamaya devam ediyor. Oyun cenazeyle başlıyor ve biz Frannio’nun anlatımına paralel onlarca farklı karaktere bürünen diğer oyuncularla beraber doğumundan bugününe dek geliyoruz. O anlar boyunca özdeşleşmenin yasaları beliriyor ve yaraları yaramız, umutları umutlarımız oluyor. Güldüğünde gülücük, ağladığında gözyaşı saçıyoruz.

Oyunun ekseninde Polonyalı despot bir baba ve ailesi. Lakin mesele lokal değil,  global. Sevilmemiş olan, sevgi veremez. Kurban kurbanı doğurur ve büyütür. Dünyada insan olan bütün koordinatlarda bu böyledir. İbsen’in Nora’sındaki bir replikten mülhem dersek, dedelerin ve nenelerin günahları torunlarına geçer. Konuyu esnetmeden merkezi oyunda tutmaya çalışırsak: Babalar baba olmazdan evvel bir oğuldur da, yani böylesi bir karakter için dersek: Mağdur.

Katı hristiyan ahlakına ek olarak dayatmacı sert Sovyet sistemiyle buluşmuş bir Polonya’da bütün erkekler dimdik olmalıdır. Aile toplumun çekirdeğiyse ve ana düşünce hep ele güne karşı birlik, dirlik ve diklikse, babayı da bu çekirdeği sürekli olarak “lik” tutma kaygısı sarar. Kaygıysa elbette bulaşıcı ve zehirleyici. Franio da babası gibi zihniyet zehirlenmesi mağduru. Bu, çevreye karşı sevgiyi es geçmiş, yarışçı-düşmanca bir dünya algısının sonu başka Ne olabilir ki? Baba yahut anne tüm eksikliklerini evlat ile kapatmaya çalışacaktır ve kaçınılmaz olarak bu da çağdaş hastalığımız yetersizlik hissini doğuracaktır. Ha kimi zaman da mesnetsiz aşırı yeterlilik hissini yahut şaşkınlıktan ölü taklidi yapan bireyimsileri; lakin konumuz bu son ikisi değil, sadece ilki. Eric Fromm Sevme Sanatı’nda “Bize çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının, çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek ‘sevgisi’ne inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz ‘etken ilgi’dir.” der. Hangi ebeveyne sorarsak soralım, klişedir: “her şey evlatlarımızı sevdiğimiz için.” Lakin sevmek bir sanattır ve biz, istisnalar kaideyi bozmaz, dünyalılar kalben sakatlar ordusuyuzdur. Kimimize fazla su, kimimize az güneş, kimimize de tam tersi yahut orta karar bir şeyler işte… Bebek Frannio’nun iletişim, ilgi ve sevgi görme çabası kabuk bağladığımız yerin ta kendisidir. Sevmişlerdir, üstümüze titremişlerdir, evet ama bizi yanlış sevdiler. Olmuşla ölmüşe çare yok, önümüze bakmalı diyenlerimiz çıkabilir. Evet, öyle de, fakat düzgün yürüyebilmemiz için önce neden topalladığımızı bilmemiz gerekir. Geçmişin hep yarına gelmeye can atan bir hayalet olduğunu unutmamalı. Yoksa bugünü daima boşa çıkartan “suçlu geçmiş-kurban ben” algısı değil savunduğumuz. Maksat şu: gerekli tahlilleri yapıp, ondan sonra huzurla ilerleyebiliriz. Tato Baba bu anlamda da güzel, tetikleyici ve doğurgan bir laboratuvar. Perde kapandıktan sonra da devam ediyor…

Birçok oyunda veya örneğin İbsen’in Nora Bir Bebek Evi oyununda bir karakterin evrilmesini görürüz: tutsaklıktan serbestliğe geçiş. Baba evinden Koca evine; bir büyümeme tarihi. Sonrasında Nora’nın başına neler geldiğini bilmeyiz, lakin kapıdan çıkmış olması o mutlak muğlaklığı aşıp, umut, güç ve ilham verir bize. Aynı hissiyatta olan bizler ablukayı yarar, kapıdan Nora ile birlikte vakur çıkarız. Her evlat bir tutsaktır da bazen ya, Tato Baba oyununun ise böylesi bir katarsis’e varan derdi yokmuş gibi görünse de, sadece ölmüş bir babaya feryat olarak da okunabilir, fakat esas önerisi Frannio’nun korkularında, yaralarında ve travmalarında gizlidir. Anlamış olduğumuz şu: – Dün yarının harcıdır: Yani yapılmış olanlar yapılmasaydı… Bugün çekingensek, dün hareketimiz kesildiğindendir bu. Franio silik bir nesne olarak da devam edebilir hayatına, etkin parlak bir özne olarak da… Bilmeyiz. Tato Baba nostaljik bir dezenformasyona maruz bırakarak, muhasebe yapılmasına yol açar ve önümüzde artık şu sonuç vardır: Yarın’da var olmak iradesi her bireyin kendisinde saklı ya, ağlak bir kurban olmayı seçebilir kimimiz yahut ‘sadece bugün’ şiarıyla cesur bir kahraman olabilir kimimiz. “Ya bir yol bul Ya bir yol aç”* yoksa öylece kal, kalabilirsen…

 

Babasız Kızlar Balosu

İKİNCİ BAB:

Bu cumartesi baba, bu cumartesi, sırf senin için topu tek başıma taa karşı kaleye kadar taşıyacağım.” Biff Loman, Satıcının Ölümü, Arthur Miller

 

Peki, öldükten sonra da yaşama kudreti olan Baba’ların bu gücü nerden gelir? Bir baba nasıl öyle buharlaşmaya müsait olmayacak biçimde katı olur? Birincisi toplumsal beklentileri karşılamak, bir rolü yerine getirmekse, ikincisi (oyunun yönetmeni Yeşim Özsoy’la sohbetimde öğrendiğim, onların metne doğru müdahelesi sonucu belirginleşmiş ) bir diğer gizil otorite anne’nin pasif iktidar arzusu veya türün devamlılık zincirinde kendi hakimiyet alanını koruma çabasıdır. Dışarda avcılık eden babayı evlatlar nezdinde korkuluğa dönüştüren annedir de biraz. Ye oğlum, yemezsen baban kızar; otur yerine baban duyarsa mahveder. Lokalden globale diyoruz ya işte sözgelimi bu öcü baba bize tam da otoriter-ulus devlet mitlerindeki “dış mihrak” mefhumunu gösteriverir. Ama tersten bir anlamlandırmayla: Tehlike dışarıdan içeriye bu sefer iyilik için gelir. Yönetmeye yetmeyen anne, babanın kudretli fallusundan yardım alır. Oysa baba “iyi”dir de, sadece beceriksizdir çünkü Sevme Bilgisinden mahrumdur. Sözgelimi oyunda bir yerde baba ile oğulun başbaşa kaldığı ve “tavşan”ın baş karakter olduğu “vahşet” hikayeleri anlatılır baba tarafından. Tavşan sevgidir, masumdur, şefkat uyandırır. Frannio’nun babasının derinlerinden bir komut gelmektedir: Erkek “yumuşak” hikayeler anlatmamalı, anlatamaz. Burada ayrıca, oyunun bir çok yerinde olduğu gibi, genelde dini anlatıların özelde hristiyani anlatının sevgiyi ve ahlakı korku, şiddet hikayeleriyle aşılamasına gönderme vardır. Sert erkeksi bir kültür erozyonu ile karşı karşıyayız işte. 

Sözü toplamış olmak için, Tato Baba sezonu kapattı fakat gelecek sezonda planlarınız arasında mutlaka olsun. Bir oyundan veya bir romandan yahut filmden ne bekler bir insan? Mesela benim için sonunda o sevdiğim “oyalanma”ya çıkacak bir biçimde kıstaslar “bilgi, ruhani haz ve eğlence”dir. Galata Perform’un Tato Baba’sı, yazarı Artur Palyga’nın yüksek anlatma iştahına koşut, bazı metinsel fazlalıklarına rağmen beni doyurdu, “oyaladı”. Oyun esnasında karar veremediğim tek şeyse ekibin farklı oynayış üslupları barındırmasının doğruluğu yahut yanlışlığıydı. Sözgelimi Frannio’u oynayan Erdem Kaynarca’nın taşıdığı baskın dram, Onur Gürçay’ın oynadığı babanın esnek ‘tipleme’ hali, Özge Korkmaz’ın canlandırdığı annenin groteske varan kurmaca bebekliği ( ayrımcılık yapayım en çok o karakteri beğendim ) ve birbirinden farklı nesne yahut kişiye bürünen diğer oyuncular Ceren Demirel, Akant Çetin, Serhat Gücüm, Baskın Sarp’ın dinamik ve bir o kadar da skeç’e içkin tatlış ve şapşik aşırılıkları… Şimdi bu yazıyı yazmaktayken düşünüyorum da, aslında bu “tercih edilmiş doğru bir hata”.  Hani hayat da biraz biz dramımızı yaşarken akıp giden sirk değil midir? Franio ipte yürüyen tel cambazının gerilimi ise, diğerleri elbette aşağıdaki şaşkın ve savruk cümbüş olacaktır. Yukarıdan aşağısı daima gülünçtür ve sonuçta izlediğimiz iki saat boyunca Frannio’nun anılarıdır. Babası ölmüştür, fakat o – bugünkü kendini meydana getiren anılarını – anlatarak yeniden doğmanın yolunu farkında olmadan açmıştır. Bir bakıma anlatmak isimlendirip öldürmektir de hani, yılanın kabuğundan sıyrılıp yeni bir kabuğa erişmesi. Oyunun başında içi görünür olan tabut, parçalar (anılar) yerine otura otura kapalı bir hal alır. Hasılı kelam,  devingen dekoru, takdire şayan ekonomik sahne ve oyuncu kullanımı, dar alanda “ustalıklı” paslaşmaları ve bol göndermeli metni, temiz rejisiyle seyirlik, iyi bir oyun Tato Baba.” Yönetmeninden ışıkçısına, böyle değerli bir seyire ve ardından gelen yazıya sebep oldukları için, emeği geçen herkese teşekkürler.

Hamiş: Gazi Meclis’in bir an önce toplanması elzem, yoksa sevgisizlikten çürüyeceğiz. Kalben sakat olanlar, kalben sakat kuşaklar getirir. İstisnaları unutun, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve banka kredilerini de, borsayı, dekorasyonu ve instagramı da unutun, hükümet amasız şartsız Sevgi Bakanlığı kurmalı, hatta “Sevme Sanatı ve Sevmenin Grameri” okullarda zorunlu ders olarak konulmalı. Ve Galata Perform’un Tato Baba’sı iyi oyun, izlenmeli.

*Kartacalı Hannibal

Bir Oyun, When in Rome; Roma’dayken Roma’ya Göre Davranmam Ben Ama!

“Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin.“

 

Yıllar önce Talimhane Tiyatrosu’nun “Yazar” isimli nefis bir oyunu vardı. Seyirciler karşılıklı iki blokta oturuyordu ve bu, alışık olduğumuz seyirciyi dikey hiyerarşik bir çizgide altta bırakıp oyuncular açısından üstünlüğe doğru iktidar alanı oluşturan, seyirciyi de edilgen ve gözlemci kılan klasik İtalyan sahnenin aksine seyirciyi oyun boyu tam etkin ve yarı katılımcı kılan bir metin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Olumlu ve değerli bulduğum, verili metnin daha da çoğalmasına sebep olan, duygusal ve düşünsel açıdan daha doğurgan bir sahneleme biçimi. Bu iki bloklu oturma düzeni sayesinde sahnenin her yer olabildiği oyunda oyuncular her an ayrık otu misali seyirciler arasından fırlayabiliyordu.

 

İşte içinde Galataperform’un da olduğu çok ortaklı “When İn Rome” oyunu “Yazar” oyunundan ötürü aynı beklentiyle gidip beklediğimi de aldığım bir oyun oldu. Düşünsel ve duygusal açıdan sağanak yağmur. Tedirgin edici ve eğlence dolu. Bu tip oturma düzeninde seyirci olarak biz çekingensek kah endişeyle oyuncunun bizimle muhattap olmamasını dileyerek, fırlamanın tekiysek de heyecanla sıranın bize gelmesini ve kendimizi gösterme fırsatını en iyi biçimde değerlendirmeyi bekleyerek dolaylı olarak oyuna katılmış oluyorduk. Tam etkin diyorum çünkü oyun boyu hissettiğiniz endişeden ötürü pür dikkat kesiliyordunuz ve yarı katılımcı diyorum çümkü metnin akışını değiştirmeniz söz konusu değil. Oyunda genç bir kadının yeni ev sahipleriyle kurmuş olduğu – meseleyi tıbbileştirebilirsek- ‘sağlıksız’ ilişki ele alınıyor. Endişe, ahlak, riyakarlık, sınırlar ve eğlence üzerine kurulu. Oyuncuların metnin akışında seyirciyi de nesneleştirip konuşmalarına muhattap kılmaları bizleri söz konusu kanaat hakkında tarafımızı belli etmeye götürüyor. Bir nevi çaktırmadan ahlak testi. Neye güldüğümüz, neye üzüldüğümüz bizim kim’liğimize dair emareler. Bu tür oyunları terapiye de benzetebiliriz. Karakterimiz açısından turnusol kağıdı işlevi görüyor. Roma’dayken romalı gibi davranmalı mıyız yoksa Roma’dayken yine kendimiz mi olmalıyız. Kendi rengimizi vermek nelere mal olur?

 

Apartman bir toplum prototipidir. Toplum baskıcıdır. Bir apartmanda Ne kadar kendimiz olabiliriz? İktidarın dürüstlüğe tahammülü yoktur.  Kendi ahlaki kriterlerimizle yaşayabilir miyiz? Böyle yaparsak komşular Ne der? İktidarın yeraltındaki yani tabandaki temsilcisi mahalle, Baskı’sıyla yalan ile ikiyüzlülüğü başat toplumsal değer kılar. Komşular komşularına kendi ahlaki kriterlerini yükleme hakkını nereden alırlar peki? Oyun insanlar arasındaki ilişkilerinin hak görme/maruz kalma açısından esneyip, silikleştiği bir noktadan konuşuyor. Ve kanaatimce bu sağlıksız bir ilişki. Tahakküm, eden ve edilende nelere yol açıyor? Ve biz, seyirci günlük hayatımızda bu ilişkilenme biçiminin neresindeyiz? Seyirci bu oturma düzeniyle dikey bir apartmanda aynı zamanda yatay oyuncu-seyirci ilişkilenmesiyle ev halkından birine dönüşüyor. Hem içinde hem dışında. Metin seyirciyi her an sıranın yani oyuncunun muhattabı olmanın tedirginliğiyle diken üstü tutarak kolaylıkla ‘ayna’ işlevini yerine getiriyor.

Oyunculuk bağlamında da “tam bir şenlik” olan When in Rome oyunu kabaca genç kadın bir kiracı ve huysuz ev sahibi kadın ilişkisi hikayesi değil. Klasik İtalyan sahnede izlense oyundan çıktıktan sonra “e ne oldu şimdi” hissi uyandırabilecek metin, alternatif sahneleme tercihiyle de ana hikayesinden de öte bir meseleye parmak basıyor. Ebeveyn ve evlatlar, sınıflar arası ilişkiler, cinsiyet rolleri, toplumsal ahlak/genel ahlaksızlık üzerine de. Başlayıp sona eren değil, tam da oyunun bittiği yerden tekrar tekrar başlayan zengin bir metin. Kimya dersinde öğrendiğimdir: Turnusol asitle temas ettiğinde kırmızı, baz’la temas ettiğinde mavi rengini verir. Karaktersiz bir kağıt, bir ayıraçtır yani. Her devrin uyumlu insanı olabilir bu turnosol. Diyelim ki ortada bir linç var, lince verdiğiniz tepki ne olduğunuzu gösterir. Oyunda ev sahibi, kiracısı genç kadın hakkında orospu derken gülüyorsanız siz bir şeysiniz gülmüyorsanız başka bir şey. Neyse gidin izleyin ve görün. Bu oyun bütün olarak bir oyundan fazlası. Bakalım siz Roma’dayken ne kadar kendiniz olacaksınız.

Unutmayın, bir insanın bir insan hakkında söyledikleri o söz konusu edilen insandan ziyade söyleyene dair düşünceler edinmemizi sağlar. Dolayısıyla neye güldüğünüz de sizin kim olduğunuzu gösterir. İzleyecek olanlar oyunda güldüğünüz yerleri not edin. Orospu dediğiniz kadın belki sizsinizdir de, içinizdeki ev sahibiyle yüzleştiğinizde korkmayın. Hasılı kelam tekrarlayayım şahane bir oyun, düşündüren ve eğlendiren doğurgan bir metin.

Bir Oyun, Şafakta Buluş Benimle: Dikkat! Bu Alanda Yas Var; İlişkiye Kapalı.

                                                                    https://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k

BİR OYUN, ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE: DİKKAT! BU ALANDA YAS VAR, İLİŞKİYE KAPALI.

‘’Sevdiğimiz birini kaybetmemek için ne’ler yaparız?’’

Tiyatro DOT’un sahnelediği  ŞAFAKTA BULUŞ BENİMLE oyunundan çıktığımda kafamda dönen sorulardan biri buydu. Diğer başlıklar ise, kimisi soru hüviyeti taşımayıp, Bir ve Tam Olma Hâli, Ölüm-Ayrılık, Yas, Biz, İlişkiler ve Ben’den Biz’e Geçiş şeklinde düşünceler silsilesiydi. Bir bakıma tiyatro işlevini yerine getirmişti. İyi bir tiyatro oyunundan beklenen de bu değil midir zaten? Bizi kemiren sorularımıza yanıtlar bulmak yahut da yanıtları zihnimizin karanlık sokaklarında saklı, sorması aklımızdan dahi geçmemiş soruları önümüze yığmak… Mum ateşini büyütmek. Tıpkı sağlam bir romandan veya güzel bir şiirden umduğumuz gibi. Lakin önce birkaç kelam edeyim, sonra oyuna geleceğim. Sahi ne yaparız bizim olanı korumak için?

Ben unuturum, siz hatırlayın: Bu soru burada kalsın, asılı.

**

Hepimizin hayatında kendini eksiksiz bulup, mutlu olduğu, aydınlanmanın zirvesinde hissederken, kusursuz ve büyüleyici bir masal evrenindeymiş gibi geçen anları olmuştur. Özünde ölümü aşıp, yaşamı yükselttiğimiz bu anlarda tam ve bir olma hâli söz konusudur. Ressam resim yaparken, yazar yeni bir roman yazmaktayken, piyanist parmaklarında kuşların havalandığını görürken, anne bebeğini kucağına alıp meme verirken veya sevilen sevdiğiyle sarmaş dolaş uyumuş da uyanmaktayken erişilen bir duygu durumundan bahsediyorum… Aşk içinde olmaktan; âşık ile sarhoş olup kendinden geçme; âşık olunan bir çeşmeyse kana kana onun suyundan içme, âşık olan bir su kaynağıysa âşık olunanın dudaklarından kalbine, damarlarına değin coşkuyla onun tüm varlığına akıp karışma hâlinden; her birinin bir diğerinde kendini yok edip, biz olarak yeniden doğmasından. ‘Ben’den ‘Biz’e, birliğe ve tamlığa varmaktan. Şairin dediği gibi ‘’Hala soruyor musun bana, aşk ne demek:
O en “bir” ve “tam” olana yürümek.’’ Kırılgan ‘sen’den kuvvetli ‘siz’e.

Şimdi, şu an, âşık olup, daima kendinize olan aşkını arzuladığınız kişinin kollarında dervişane bir dinginlik ve masalsı bir huzurla pineklemiyor da bu yazıyı okuyorsanız soruyorum, kendinizi en son ne zaman dünyadan soyutlanmış halde bir ve tam hissettiniz? Peki, ol birlik ve tamlık nasıl kaybolur, kayboldu, yiter yahut yitirilir? Düşünelim.

Anne ile bebek-çocuk arasına baba girer; çocuk yapmak isteyen bir eşin önüne diğer eşin kariyer planları girer; iyilik perilerinin yaşadığı kasabaya bir yabancı gelir; sarsılmaz bir rutini olan köye panayır girer yahut da yalnız ve mağrur fakat musmutlu bir ülkeye dış mihraklar, maşalar, hainler üşüşür. Ya da fıstık gibi çalışan bir bilgisayara virüs bulaşır ve sistem alt üst olur. Bir tür yazılımdır, bütün canlılarda mevcuttur: İrade. Direnme. Hayatta kalma. Fakat bu ayırıcı-bozucu, düzen sarsıcı durumların hepsine, sonuç arzuladığımız gibi gerçekleşmeyecek olsa dahi, tepki verebilecek güce sahipken yalnızca bir tanesine hiçbir şekilde karşı koyamayız. Virüse karşı antivirüs programı kullanırız da, onun karşısında zavallıca kaçışan küçük bir böcek, hiçbir sensörlü lambanın görüp de yanmadığı önemsiz bir ayrıntıyızdır. Bize rüzgârda savrulan toz zerresi olduğumuzu hatırlatır. Karşısında boynumuz daima bükük. O ÖLÜM’dür.

Ölüme karşı ne yapabiliriz? O dersi kaçırmışım, öleceğimden haberim yoktu diyip savuşturabilir yahut Starbucks’ta arkamıza yaslanmış bir vaziyette İced Chocolate Macchiato içerken, taziyelerimizi kabul edebiliriz. Dedem Lucretius’tan eski bir deyiştir: ‘’Ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok.’’ Kendi ölümümüzü böyle tiye alabiliriz. Peki ya, etimizden bir parça hissedip sevdiğimiz arkadaşımızı şehrin ortasına düşen bir bombayla kaybettiğimizde, ruhum deyip âşık olduğumuz kişiyi amansız kanser elimizden aldığında yahut da uzun yıllar bize arkadaşlık etmiş canımızın içi kedimiz-köpeğimiz bizden önce, biz ölüme uzak yaşamın göbeğindeyken, mitolojik ölüm sandalına binip gözümüzün önünden bu dünyadan giderse ne yaparız?

Her tehlikeye yanıt verilebilir, her düşmana karşı bir plan gelişir, düzenimizi bozan herkese ayar veririlir; çünki kayıptan ötürü yeter miktar öfkemiz vardır ve yeter ki gücümüze inancımız ve sevgimize bağlılığımız olsun. Lakin ölümeyse, bir tek şey dışında, hiçbir şey yapamayız. O ise YAS’tır.

Birlik ve tamlık halinin dağılması, sevilen veya bu sevilen tarafınca sevilenden yoksun kalmak bunlar insanı kedere sürükleyen durumlar. İki sevgili birbirinden ayrılır, taraflardan biri daha çok kırılır daha çok üzülür, fakat daima içinde mümkün değilse de gidenin geri geleceğine dair deruni bir umut taşır; işbu bu umut sözkonusu ayrılık kendisini sarsmışsa da onu ayakta tutar. Fakat ölüm ise hiçbir umuda izin vermeyen kesin ve net bir ayrılıktır. Ölümün korkutucu gerçekliğini biz canlılarda hafifletmek isteyen birçok din sonradan yaşam adı altında reenkarnasyon ve cennet gibi masallar üretir. Bunlar sakinleştirici etkisi olan anti-depresanlardır. Korkuyu dindirir, endişeleri hafifletirler. Peki ya, tanrıya inanmıyorsak?

Tanrıya inanalım, inanmayalım, bütün kültürlerde ölenin ardından kalanlarca yas tutulur ve bu yas ritüelleri yakınlarını kaybetmiş olanların etrafında kolektif bir destekle periyodik olarak yerine getirilir. Kendi içinde bulunduğumuz baskın kültürümüzü düşünürsek sözgelimi birinci gün defin olur, yemekler yenir. Üçüncü gün, yedinci gün, bkz. kırkı çıkmak derken birinci yıl sonunda mezarın üstü mermerlerle, demirle, çiçekle kaplanır. Artık kaybedilenin kaybı kabul edilmiş ve ona yokluğun kıyafeti giydirilmiştir. Hepten unutulmaz, sızı daima kalır. Bir fotografta kalır, bir şarkıda, bir seslenişte. Kalır gidilen bir yerde, sevilen bir yemekte. Anılarda kalır, ki zaten bilinirse ten ölür can ölmez. Sızı hep baki kalır. Tüm bu ritüeller gerçekleşirken feryad ve isyan edebiliriz. Ölümü kabullenmemek hak değil de, tercihtir. Lakin geçmişte tökezlenip, kalınmış bir hayat da yaşanmış sayılmaz. Ölenle ölünmez doğrudur, yalnızca sakat kalınır. Yas bu gerçekliğin süreçte anlamlandırılmasıdır da bir bakıma. Doğa karşısında olgunlaşma sınavıdır. Peki ya, yas tutmayı beceremiyorsak? Bu kabul verme-olgunlaşma sınavında başarılı olmak istemiyorsak?  Yokolanın yokluğunu varlığıyla değiştirmekte inat ediyorsak? Üzerinde toprak parçasıyla kurumuş otlar, solmuş çiçekler var olarak değil de, bizi hala öpüyor, seviyor ve bize sarılıyor olarak görmekte diretiyorsak? Diyelim ki hayat bir tren ve Ölüm de kaybettiğimizin biletinin tek gidiş olduğunu ısrarla vurgulayıp, onu bu trenden atmak isteyen kurallara sıkı sıkıya bağlı bir kondüktör… Hani biz, rıza gösterip yas tutması istenen biz, tek yön gidişleri kabullenemiyor da, biletinin gidiş-dönüş olduğunda ısrar ediyorsak? Yas ritüellerinin periyodik bir düzeni vardır da, duyguların sistematiği yoktur. Acı asla askeri nizamda ilerlemez. İşte DOT’un mis gibi oyunu Şafakta Buluş Benimle’nin iki karakterinden yarısı olan Robyn biz okur-izleyiciye tam da düzenli bir işleyişi olduğu varsayılan o kırılgan yerden “Yas diye çok tuhaf bir yer var, oranın kuralları bambaşka”dan konuşuyor.

sbb15-K.jpg
Robyn’in yas dediği o tuhaf yere varmadan evvel, üstte yazdıklarımızı meseleyi toplamak adına, yani Bir ve Tam olma halini ve Biz’i katıp, İlişkiler’e dair de birkaç kelam ederek oyunun üzerinden görelim.

Oyun tanıtım yazısında ‘Robyn ve Helen korkunç bir tekne kazasının ardından kendilerini ana karadan kopmuş bir kum adasında bulurlar.’’  yazıyor. Baştan söyleyeyim bu bilgi bizi yanıltıyor, hem de güzel bir şekilde yanıltıyor. Oyun iki ana kısımdan oluşuyor diyebiliriz. Nasıl ki Robyn ve Helen’in tekneleri alabora oluyor da kendileri akıntıya kapılarak ıssız bir adaya düşüyorlar,  ( iradeleriyle şehir rutinini kırmak için küçük bir eğlenceden, iradeleri dışında hiç bilmedikleri ıssız adada büyük bir endişeye geçmek ), metin de öyle alabora oluyor. Oyunun güzelliği şurasında: Mesele itinayla, hiç acele etmeden kat kat açılıyor, birkaç sürpriz ve özenle bırakılmış belirsizliklerle bizi büyülüyor. Önce iki arkadaşın adaya düştüğünü görüyor, sonra bu kişilerin sevgili olduğunu öğreniyoruz. Oyun tek perde, ilk parçası dediğim bölüm oyun tanıtım yazısındaki bilginin de etkisiyle olsa gerek duruk geçti benim için. Çünkü bütün söyleneni görmüş olduğum ve mesele kalmadığı hissine kapıldım. Evet, adaya düşmüşlerdi, evet bir kadınla karşılaşmışlardı. Ee, bu oyunun derdi ne? Dot Tiyatro sadece böyle ıssız adaya düşsen yanına alacağın üç şey tadında bir oyun mu sahneliyordu yani? Sanmıyorum, ama napalım, madem öyle peki, adadan çıkacaklar mıydı? derken aslında sabırsız davranmışım. Meselenin adadan çıkmak olmadığı Robyn’in adada yanlarına geldiğini söylediği kadını daha önce gördüğünü söyleyip bunun üzerinde inatla durmasıyla, hikâye değişmeye başlıyor. Meğer izlediğimiz gittikçe büyüyen bir şiir ve yükselmekte olan nefis bir gitar konçertosuymuş.

İki karakterin bir yarısı Robyn demiştik, diğer yarısı da Helen. Biri bulunduğu alana çiçekli şifon elbisesiyle baharı estirir, kedersizliğin ışıltısını saçarken; diğeri siyah pantolon, beyaz tişört ve uzun gri depresyon hırkasıyla neşesizliğin kasvetini yayıyor. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. İyimser ile kötümser. Biri olmaz’ı olur, öbürü olur’u olmaz kılmakta diretiyor. Aydınlık, karanlık.  Biri uzakta bir kara parçası görüp umudu yükseltirken, diğeri ‘orada hiçbir şey yok, kara bulutlar’ onlar diyip çaresizliği baskın kılıyor. Bunun adına da ilişki deniyor.

Ben de başka bir isim vermeyeceğim. Evet, ilişki dediğimiz şey aslında tam da bu uyumsuzlukta saklı. Çatışmalar, ikna etmeler, rıza almalar, onay bulmalar; ilişkiler, ilişkilerimiz. Bizim kadim ve büyük savaşımız. Oyundaki ana kırılma anlarından biri de Robyn’in Helen’e sinirlenip ‘’senden nefret ediyorum’’ demesi ve ardından Helen’in de buna mukabil nefretini dile getirmesi. Böylece geçmişte sünger çektikleri bütün problemleri bir bir ortaya dökmeye başlıyor, yüzleşme anaforunun içine doğru sürükleniyorlar. Şairin dediği gibi ‘’Sesinde ne var biliyor musun/ Söyleyemediğin sözcükler var’’ vakti. Söylenememişlerin söylendiği, söylenmişlerin değiştirildiği, geçmişin eğilip büküldüğü, bükülmüşün geçmiş kılındığı gergin vakitler. Öfke haliyle  – içte- hor görülüp, rahatsız olunmuş, fakat – dilde – hoş görülmüş bütün hâllerin dökümünün yapıldığı vakitler. Şu huyuna kırgın, bu huyuna dargınımlar. Bütün ilişkiler namına soralım: Peki, madem öyle neden bir aradadırlar?

Çünki birbirlerinden nefret ederler fakat bir o kadar da hayrandırlar birbirlerine. Çünki birbirlerinin olmak istedikleri halleridirler: Birinin aşırı kontrolcülüğü diğerinin çocuksu düzensizliğine iyi gelirken, diğerinin çocuksu umutluluğu ve kaygısızlığı diğerinin hep endişe duyan tarafını sağaltır. Kendilerinde olmayanı karşılarındakinden alıp, kendilerinin kılacakları yanılsamasıyla mutlu bir sarhoşluk içindedirler. Negatif ve pozitif birbirini nötralize eder: Denge. Sarmal bir döngüdür bu, ikiliğin çiftleşmesi. Yara merheme, merhem yaraya karışır: İki zıtlık da birbirine dönüşür, birbiri olur, birbirinden geçer: Yok sayıldığını hisseden varlığın onaylanmasıdır bu. Karanlık aydınlığı döller, aydınlık karanlığın tohumunu büyütür. Eksiklik kendinde olmayanı bulduğunda sahip olana o sahip olunandan ötürü farkında olmadan hayranlık duyar. Aynı zamanda o kendisinde eksiklik hissi yaratan şey diğerinde olduğu için de her an nefrete, öfkeye hatta saldırıya dönüşebilecek bir kıskançlığı da barındırır içinde. Trajik bir birlikteliktir bu: siyah beyazın yansıtma, beyaz da siyahın emme gücünü arzular. Birbirlerinin imkânlarına özenirler, işte ben’i bir nebze de olsa pasifize etmeyi bilenler birbirlerine yok etmeden, birbirlerinden çalmadan, siyah ile beyazın muhteşem uyumuna erişebilirler. Fakat alttan alta şu bilgiyi de farkında olmadan derinlerinde taşırlar ikiliğin her iki özne-nesnesi: Kendilerinde olmayanı olandan almak için eksiklik-yetersizliğin verdiği zehirlenme motivasyonuyla birbirlerini parçalayıp, birbirlerini öldürebilirler de. İlişkiyi oluşturan nedenler yıkacak olanlardır da. Ama bunu ‘ aksi bir durum’ söz konusu olmadıkça yapmazlar. Aksi durum derken taraflardan birinin ötekine duyduğu arzunun sönümlenmesi yahut herhangi bir konuda ortaya konulan fikre zıt-ölümcül karşıtlıklar getirilmesi. Sözgelimi basit bir çaya şeker atmam/atarım, yemeğe tuz koyarım/koymam durumları bile ateşleyici olabilir.

Arzu sönümlenmesi demişken mesela âşıklar birbirileriyle ezelden beridir olduklarını hissine kapılırlar. Ezelden gelmişlerdir ve ebediyete değin sürecekmiş sanırlar. Dünyadan soyutlanmışlardır, çünkü farklıdırlar. İşte böylesi halde karşı tarafın arzusunu kaybetmek demek, ölümle eşdeğer, yani ayrıcalıklı konumun yitirilme olasılığı mevcut tüm rolleri tersine çevirmeye yeter de artar bile; aşk-antlaşma taraflarından biri vazgeçmiş, kriz patlamış düzen bozulmuştur. Dolayısıyla terk edilenin belleğinin karanlık ve tozlu bölümlerinde asılı duran silahlar patlamayacaktır. Çünkü öncelikle o eski ayrıcalıklı konuma yükselmek, kaybettiğini tekrar kazanmak isteyecektir. Başaramazsa tüm söylemediklerini kusarcasına itiraf edecek, kendisinden çalınmış tam’lığın ve bir’liğin yokluğuyla eksik-yetersizlik hissiyle onu yok etmek isteyecektir. Hasılı kelam, hayran olunan katili olunacak olandır da. Nefret edilen aşığı olunacak olan; aşığı olunan düşman görülecek olan bir bakıma.

İlişkinin tarafları sezgisel olarak farkındadırlar ki bu öldürebilme gücü ve bunun yanında kaybedecek olmanın kaygısı ses çıkarmadan otların arasından süzülen birer çıngıraklı yılan gibi ilişkiye eşlik eder. Çünki şöyle de böyle de mutlu giden bir ilişki güzel bir aynadır ve hiç kimse kendisini güzel gösteren aynayı kırmak istemez. Pamuk prenses masalında Cadı ile aynanın konuşmasını hatırlayın: Ayna cadıya güzelsiniz dediği sürece her şey yolundadır, ta ki senden güzeli var, Pamuk Prenses diyinceye kadar. Cadı aynayı parçalar. İşte ölüm de böyle bir hakikat yıkıcıdır. Peki, ayrılığın çareleri vardır da, ölüm gibi keskin bir kılıcın tedavisi nedir?

Ayrılıkta öfke nesnesi bulabilir, fakat ölümde ne yapar insan? Yası tutmak değil de, meydan okuma isteğini neyle doyurur? Şafakta Buluş Benimle’nin karakterlerinin yarısı kendine kapanıyor, içine. Öfkesini varlığına yöneltiyor. Evden çıkmıyor, hava geçirmeyen naylon bir yalnızlığa hapsediyor kendini. Rüya mı gerçek mi, adada mı hayalde mi, terapi mi anımsanan mı, uyku mu uyanış mı bilemediğimiz bir oluşta saçlarının arasında güve buluyor. Bunu diğer yarısına gösteriyor. (Tekrarlayalım: Robyn bir yarım, Helen bir yarım.) Teknenin alabora oluşundan sonraki adaya uyanışta fark ediyor, hatırlarsanız oyunu iki bölüm saymıştım, ilk bölümdeki ada gerçekliğinin kırılıp, sorgulandığı anlardan birisi de o güve. Çünki diyor ki ‘’saçlarım ıslak, ama güve kuru.’’ Güve nerede oluşur? Havasız, kapalı ve kirli  ortamlarda…

Oyunun bütünü içinde anlamlı kılınıyor elbette bu kesitler, işte orijinal adı ‘’Meet Me At Dawn’’ olan metnin yazarı Zinnie Harris’in mahareti de burada. Ne güzel açıyor hikâyesini, sonu bilmeden başı anlamsız kalıyor, ortasını görmeden öncesi sönük, başını bilmeden sonu parlak durmuyor; hepsi bir bütün olarak oyunu izledikten sonra şahane hissi uyandırıyor, anlamlı ve ışıltılı duruyor. Oyunda zamansal geçişler mevcut, fakat sık değil seyrek; anımsamalar şimdiden, şimdi geçmişten rol çalıp duruyor; sonra bir şimdide iken başka bir şimdi çıkıveriyor; önce şimdi bildiğimiz şimdi şu an olmakta olan geçmişe dönüşüveriyor. Hangisi düş hangisi kaygı, gerçek miydi yoksa değil miydi ayırt edemiyorsun. Bir yerde adada karşılarına çıkan kadını hatırladığını söyleyen Robyn o kadını evinin önünde de gördüğünü söylüyor mesela. Yazar Harris güzel bir bul karayı al parayı oyuncusu, eli çok hızlı değiştiriyor. Buldum sandığın kayboluyor, tuttum sandığın avuçlarından kayıp gidiyor. Nihayetinde, ‘’güve’’ de ‘’yaşlı çöpçü kadın’’ da o yas denilen tuhaf yer’e ait.

Güveler kapalı, havasız yerde yaşar dedik. Adada Robyn elinde görünce ıslak olmadığını fark ediyor, bu oradaki gerçekliği kırıyor. Güve kıyafetlere, yiyeceklere musallat olur; işleyişi bozar, aynı görevi adada Robyn’in ıslak saçlarında kuru bir biçimde ortaya çıkarak da yapıyor. Yas tutan kaybedişi kabullenmiyor, kendine bir gerçeklik yaratıyor, fakat o gerçeklik kuru bir güveyle deliniyor. Ölümün hakikati sızıyor, ışık karanlığı döllüyor. Kuraldır: Yas tutan kozadan çıkmıyorsa, koza delinir; yaşam dışarı çağırır. Mesela güve gibi bir diğer ‘’sızıntı’’ yaşlı çöpçü kâhin kadın aslında yas tutanın olmaktan korktuğu kişi. Ölenin ardından şimdi’yi öyle kaçırmıştır ki, böyle gidersen böyle olur der gibi geleceği ona yaşlı çöpçü kadın tiplemesiyle el sallamaktadır.

Jean Paul Sartre’nın İş İşten Geçti İsimli bir ince romanı vardır. Ölümden sonra tanışan bir çift, ilişkileri dışındaki dünyevi her türlü meseleyi es geçip aşklarını yaşamaları için yirmi dört saat süreyle tekrar dünyaya gönderilirler. Başaramazlarsa tekrar ölüler bölgesine alınacaklardır. Başarıp başaramadıkları buranın konusu değil, getirmek istediğim Şafakta Buluş Benimle oyununda da bir dilek hakkı üzerinden âşıklar Robyn ve Helen’i bir gün yani yirmi dört saat süreyle bir araya getiren durum. Başta şikâyet eden, mızmızlanan, kaygılı Robyn’ken şimdi Helen’dir. Roller bat! Tekne alabora. Sartre’da olduğu gibi burada da olay o bir günü yaşamaktan ziyade pespembelikten simsiyahlığa kavgaya, gürültüye dönüşür. Esasında -başta değil de sonda kavradığımız için- bu bir yastır ve kaybın yokluğunun ağırlığı altından kalkabilmek yoğun bir yüzleşmeyi beraberinde getirir. Kılıçlar çekilir, hesaplaşırlar. Daha önce biz denilen yuva, bizim denilen bahçe, bizim köpeğimiz benim bahçem, benim köpeğime dönüşür. Yüzleşme faydalı olmuş, Yas’ta aşama kaydedilmektedir. Sartre ölmüş çiftleri tekrar dünyaya gönderip ‘’iş işten geçti, bitmiş bir oyun tekrarlanamaz’’ dedirtirken; Harris ölenlerden – terapi mi rüya mı yoksa başka bir şeyle mi- bir tanesini dünyaya geri getiriyor ve ölenle ölmeyip, sakat kalmış olana iyisiyle kötüsüyle yüzleşme fırsatı vererek ‘’iş işten geçmedi, artık yürüme zamanı’’ dedirtiyor. Ölüme sınav başlatan eylem, doğaya da sınava tutan demiştik: Robyn’in büyüdüğüne, sınavdan geçip, olgunlaştığına tanık oluyoruz. Yas hakikaten tuhaf bir yer: Kaybettiğin sevdiğine daha çok yakınlaşır, onun hatıralarıyla taşarsın, oysa yakınlaştıkça o senden daha da uzaklaşır. Ölümünü kabullenmediğin sürece, ki bunu sevginden yaparsın, onun uzaklığı senin ona olan kızgınlığını da arttırır. Bir nevi ölmüş olarak seni birlik ve tamlıktan mahrum bırakmış, senin olduğunu sandığın şeyi senden çalmıştır. Sözgelimi Robyn Helen’e ölmeseydin, saçlarını motordan çekseydin sen de, der. Hâsılı kelam, bir dargın bir barışık, yas garip, çok garip bir yer.

sbb52-K.jpg

OYUNUN İÇİNDEN

Dekor bir teknenin kesiti, dörtte biri. Bir masa ve sandalye, teknenin dümen bölgesi. Arka fon oluşturan ve metinle birlikte duygulara yön veren değişken renkler. Parlak-ayna zemin teknenin alabora oluşunu simgeliyor. Ters yüz. Hikaye dümendeki kişinin yani Robyn’in monologuyla başlıyor. Önce iki sevgili-arkadaşın gezintiye çıktıkları teknenin alabora olduğunu anlıyoruz. Sonra çiftlerden birinin öldüğünü. Oyunda zamansal kırılmalar da var diyebilir, oyun hepten bir rüya veyahut terapi esnasında olmuş olanların canlandırılması da diyebiliriz. Uzunca bir süre durgun akan bir biçimde iki kişinin teknenin alabora olması sonucu akıntıyla sürüklenerek bir adada mahsur kaldıklarını görüyoruz. Aslında sanıyoruz çünki metin öyle bir alabora oluyor ki o ana kadar olduğunu düşündüğümüz şeylerin aslında bir anımsama, üstelik bir canlandırma olduğu kanısına varıyoruz. Oyuncular metne, metin oyunculara biçilmiş. Kendi aralarında da kontrast sağlıyorlar. Soğuk ve sıcak gibiler. Oyun sonundan doğru bakılınca kıyafet seçimleri de karakterlerini düşününce gayet yerinde. Oyunculuklar ikisi de temiz ve güzel, Helen’i canlandıran Berfu Öngören zaten bildiğim ve beğendiğim bir oyuncuydu, burda da epey kendinden emin, sakin ve iyi. Fakat Robyn’i oynayan Esra Ruşan’ın öyle enfes bir yükselişi var ki mutlaka görmelisiniz. İlkin gözdem Helen iken sonra Robyn oldu. Metin, oyuncu, yönetim; süprizli, kuvvetli ve sade birliktelik. Velhasılı kelam, oyun nefis. Rodrigo’nun gitar konçertosu gibi diyorum, gidin oyunu dinleyin. Hadi öpcük.

Ha, az kaldı unutuyorduk. Bir soru sormuş, asılı bırakmıştık. Kuş bakışı baktığımızda yazar kendisinin olan ifade gücünü başarılı bir şekilde kullanmış, oyuncular oyun oynama arzularını doyasıya yerine getirmiş, yönetmen kendisinin olan alanı gayet iyi çizmiş, sahi diyorum ne yaparız bizim olanı korumak için?

Bazen İnsan -67

insan arzuları doyurulmadığı müddetçe bu benzer arzularının başkaları tarafından kolaylıkla doyurulduğunu gördüğü anda bunları yapabilen özneye bir hayranlık duyandır bazen, hatta bu hayranlığı kendi öylesi benzer, yaklaşık yahut fazlası bir doyuma ulaşamadığı sürece ifa edene nefrete dönüşebilendir de. Ayrıca temelinde zayıflık, yetersizlik ve kıskançlık olan bu duygulanımların kabulüne zorlukla da olsa yanaşmayandır da insan, yanaşmadıkça nefreti onu amansız bir amok koşucusuna döndüren. Üstelik çoğu zaman bu haleti ruhiye içinde çevresini oradan, yani rekabet yahut düşmanlıkla, algıladığından sözgelimi hayvanlara örneğin kedilere tavırları ve doyumları üzerinden türlü aşağı çekici yakıştırmalarda bulunandır, çün bu tür canlılar onun ta aynası, birebir yansımasıdır da ondan. Yanisi vurulan her etiket, dile gelen her yargı kendi kendisine dedikleri olandır aslında insan.