
Cohen çalıyor radyoda, Leonard Cohen, ortasındayız Şubat’ın, Famous Blue Raincoat. Rüzgar esmiyor ve yaprak kımıldamıyor, ama üşüyorum, çok üşüyorum, tir tir titremenin eşiğinden dönerek üşüyorum hem de. Yatağımda uzanmış daha önce inandığım şimdiyse uğrunda kılını kıpırdatmayacağım şeylerin neler olduğunu düşünüyorum. Oysa şey demeyi sevmiyordum mesela manası üzerinde uzlaşılmış herhangi bir kelimeyle adlandırıp öldürebilecekken yaşadığım duyguları. Bir kere demiş bulundum fakat. Dilimi kıpırdatmayacak, demeye de devam edeceğim, kime ne! Şey, şey, şey! Umursamazlık, unutkanlık ve de sabırsızlık çöktüğünden beri epeydir üzerime kısa süre düşünüp kafamdan savuşturuyorum onları. Şeyleri. Kaynasın, fokurdasınlar mı istiyorum demek ki? Kim bilir, belki.. Çıkmasın, gün ışığı görmesin istenilen olduğu kadar çıksın, yakalansın istenilendir de Şey. Bilmeni isterim ki, diyor Cohen, düşmanın uyuyor. Şey uyuyandır belki de, uyurken homurdanan; apansız çığlıklar atan da biraz hani ormanlarında insanın.
Daha önce inandıklarıma şimdiyse kılımı kıpırdatmayacağım dedim. Üzülmüyorum değiştiğime, çün daha önce savaştığım şeylere gelene kadar tam tersi yahut daha başka alakasız şeyler için de savaştığım bilgisine sahibim. İnsan yalanı eşine, dostuna yahut sevmediği birilerine söyler; asla kendine değil. Ya da yalnızca kendine mi söyler? Nedir kendi? Ne demek sevmediği insanlara söyler? Kendi dediğimiz sevmediği yanı mıdır insanın öyleyse? Peki ya, çevreyi yalanla avutmuşsak doğru mudur kalan payımıza yoksa yalanın en afilisi, en kudretlisi mi? Her şeyi başlatan o büyülü biçare yalan. Varlığı öldüren, varlığı doğuran. Ölmeyeceğim şiarıyla olmayacağım inatçılığı. Artık yaşamayacak çiçek olacaksın günün birinde, doğru; ölmeyecek topallayacaksın ansızın saklambaç durmalarında yahut bir telaş söbe koşmasında; evet bu da doğru. Bütün aynalar çirkinliği imliyorsa demektir ki gösteren değil gösterilendir güzellikten mahrum olan. Ambalajlar oynak, içeriktir mahvolmuş. Dürüst beden, inkarcı ruh. Belli, acı çekmek istiyorum bu gece. Neyin suçluluğu bu? Suç arınmayı da getirir bir zaman. Uslanmayı. Durulmayı. Neyin özlemi, niçin arzuyla dolup taşar kişi felaketine? Taşar mı ya da koşa koşa? Sibirya’da bir soğuk akşamda idam mangası önünden affedilme müjdesi ümidi mi saklıdır yoksa kıl payı her taşkınlıkta; yırtmanın sevincine iştah, hayatta kalmanın hazzına yutkunmak? İyi olup olmadığını öğrenmek için yazıyorum sana, diyor Leonard şarkıda. Cümlenin altına gireyim: İyi olup olmadığımı anlamak için yazıyorum her ne yazıyorsam sanırım ben de. İnsanın kendi kendinin hatrını sormasıdır yazmak bir bakıma; kağıtla dost kalemle yoldaş olmak, uzanıp kendi yanaklarından öpme bilgisi hani.
Neden cezaya hevesliyim ki böyle? Melankoli varoluşuma zincirli mutluluk kaynaklarımdan biri mi? Kaçınılmaz yazgım mı hayatta kalma isteği kadar? Öyleyse daha farklı noktalarımdan vurmalıyım acıtmak için kendimi. Sokak sessiz, köpekler havlamıyor, oda zifiri. Gecenin sonuna mı yoksa başına mı bu yolculuk? Sorular, ca’nım sorular. Cevaplar ilgilendirmiyor çoğu zaman sanırım beni, sormanın ihtimallerle dolu oyunbazlığı kadar. Çünkü eve dönmektir cevap bir bakıma, sormak dünyaya yürümek. Kabullenmek ve meydan okumak. Kimse istemez şölen ateşinin başından ayrılıp dört duvarın tecridine maruz kalmayı, kimse istemez okyanusun dışında hayat düşünden uzaklaşıp uykuların korunaksızlığına dalmayı. İster mi yoksa? Ben istemem. Diye sanıyorum. Bir yenidoğan bebeğin merakıyım dünyaya ortasında gecenin, karşılaşmanın heyecanı belki krallar ve kraliçelerle bilmezden evvel tebaayı. Diye sanıyorum. Yeni taktırdığım karartma perdesine bakarken içeri sızamayan ışıklardan bana aldığın nordik kazağı hatırlıyorum. Sana ne diyebilirim katilim, diyor Leonard karanlığın içinden.
Bilirsin, severim kurmacayı; vazgeçemedim oyunlardan, bulutlardan manalar uydurmayı falan, varacağım noktayı önceden söyleyip gözlerimi kapayarak oraya yürümeyi filan. Giderken çalışmak kamplarına İstanbul’u bir başka şehir sayıp yahut o şehirde avarelik etmeyi, mesela akşam üstü dansla geçtiğimi sokaklarından Barcelona’nın yahut gündüz sıcağında sırtımı verip duvara yudumlamak kahvemi Floransa’da. Bakarken duran meydanlarda akan insanlara. Çoğu zaman haddi varmış gibi davranılsa da yoktur yaşı oyunun. Asla yetişkin değildir düş. Doğmak ve ölmekten daha çocuk, daha ciddi bir eğlence tanımıyorum. İşte yine bir oyundayım; bu gece acı çekilecek ve bitecek! Aldığın kazağı değil de, almadığın kazakları hatırlamaya çalışıyorum.
Bir dünya suçluluk atıyorum üzerine, ki tek başıma kefaretini ödeyemiyorum yaşamak ağrısının, azıcık da sen yargılan. Biliyorsun ben bir tahta sırayım kafana esince gelip oturabileceğin. Gitmiyor ve hep bekliyor oluşluğumla ilgili merhemim. Küçük evinizi çölün derinliklerine inşa ettiğinizi duydum, diyor Leo. Bir sigarayı yakmayı düşlüyorum, gözlerimi kapıyorum: Kısık ışık, dağılmış masayı topluyorsun, biraz tütün sarıp kağıda, buzsuz bir kadeh Jameson içerken görüyorum kendimi. Yaz akşamının ferahlığı, balkonda martının şapşallığı. Suyun ısrarı, kirin direnci, çatal bıçak sesleri. Bir ağaç olduğunu varsayıyorum senin; dallarında çocuğun büyüme ürküsü, saçlarında incir sesleri yahut kuşların umutlanması göçe gövdende. Köklerine doğru uzanışına bayılıyorum boynunun. Eylem istemiyorum şu an, hayal istiyorum; çünkü sen geçmişsin, dünün hayaletleri ıskartaya çıkartır şimdiyi: kaderdir bu ve keder. Kimse görmesin istediği için mi yoksa kimse görmediği için mi kentlerden çöllere revan olur insan öylece? Sanırım seni özlüyorum, diye inliyor radyoda Cohen.
– Neden böyle ıssızda evin babaanne?
– Beni daha iyi görebilsinler diye, daha iyi duysun daha iyi anlasınlar diye.
Soyutlamayı, yamultmayı ve aşırı yorumlamayı seviyorum; al bize yeni bir oyun daha, düşünce legoları: Birileri birilerinden kaçıyor olmalı, çölün derinlerinde yaşayacak kadar neyden utanmış olmalılar ki, diye düşünüyorum. İnfilak etmiş zihin, kaçırılmış göz, mühürlenmiş dudak. Yanmış yürek kokusu… İyi ki yüreğim yok benim, olsa çöle benzerdi ve geniş olurdu. Dayanıklı olurdu acıya, insana, soğuğa ve dalgaya, ama ben tahta sırayım, yok zaten dayanmamak gibi seçeneğim. Ona göre yapıldım. Gidenler değil de bu yüzden gelenler ilgilendiriyor beni.
@thelastfunnygod on inst