Yalanlardan riyalardan, olanlardan olmayanlardan,
gelenlerden gidenlerden ve hiç gelmeyenlerden, gelmeyeceği bilindiği halde yine de beklenilenlerden, hezeyanlardan ve heyecanlardan, soyutlardan somutlardan nesnelerden öznelerden, mucizelerden sıradanlıklardan, kuruntulardan ve kurmacalardan – biz. biz bir avuç zebercet sürüsüydük – sıkılmıştık.
Aslında,- bunu sonradan, yani birbirimizi yaralarımızla bulmamızın ardından fark edip, kabullenecektik ki,- kendi yalanlarımızdan da bunalmıştık, hatta kendi doğrularımızdan da. Kendimize ve çevremize söylediğimiz yalanlar ve doğrular, kendimize ve çevremize söyleyemediğimiz doğrular ve yalanlar bizi kemirmiş, paramparça ediyordu. Mahvoluşa doğru sürükleniyor, bir girdap olmuş yakınımızdaki canlı cansız her şeyi,- oysa bu durumdan kaçınıyorduk da,- içimize alıyor, kendimizle birlikte savuruyorduk. İnciniyor, incitiyor, inciniyor, incitildikçe daha çok incitiyor, incittikçe incitilmenin korkusundan vahşileşiyor -bu yakıcı tadı aşırı iyi bildiğimizden- daha çok incitiyorduk. Bu gidişatsa nasıl durur, bilmiyorduk. Sezgilerimiz, hislerimiz ve sağduyumuz telafisi mümkün olmayacak derecede köreldiğinden, hiç ama hiç bilmiyorduk. Kapanmıştık.
İşte her birimiz, birbirimizden habersiz, çünkü tanışmıyorduk, ayrı ayrı, özgül ağırlığımızın farkına varılmadığını ve esas kıymetimizin verilmediğini düşünüp, bunların kederini duyumsamış,- aslında bunu da tanışmamızdan sonra fark edip, itiraf edecek ve yüzleşecektik ki hepimiz sesimizin daha işitilir olduğu ve saygı duyulduğumuz bir yerde bulunmak için uzaklaşıyorduk. Kimimiz motor kimimiz uçak ve kamyonla ve hatta ayakla, yalın ayakla uzak noktalardan, benzeri hisler tenceresinde yoğrulmuş kişiler olarak, bura doğru yola revan olmuştuk. Umduğumuz bir şeyler elbette vardı, fakat kesin olan tek şey: Mevcut olduğumuz yerlerde artık mevcut olmak istemeyişimizdi. Şükür birbirimizi bulmuştuk. Ortak noktaları olan bizler özlerimize iyi gelmiş, şifa olmuştuk. Varıp durduğumuz yerde birimiz birimizi düşerken kaldırmış, birimiz birimizin ızdırabını dağıtmış, birimiz de birimizin aktarması gereken fazlasına kuyu olmuştuk mesela. Hatta bazılarımız, yaşadıkları onca kötücül deneyime rağmen merhametleri ve sevgileri öyle yoğunlardı ki, üstlerine olmadığı halde bazılarımızın yaralarını kendi yaraları bilmiş, elemin dindirilmesi namına kendi ruhlarından oluk oluk kanlar sızdırmıştı. Biz. Biz bir şekilde yolları kesişmiş yedi, benle beraber sekiz kişiydik. Başkasıyla ortak bir ritim bulacağımızdan umutsuz ve habersiz kendi şarkımızı arıyorduk. Hayat şarkımızı.
Birbirimizi tanımamız, birbirimize açılmamız, nehir olup akmamız veya yatak olup ağırlamamız kâh hızlı kâh yavaş oldu. Zaman geçti, kum döndü, çan vurdu, çiçek açtı. Günler doğurduk, geceler batırdık; hatta kimi zaman güneşi orada o mavi gökte bir çiviye tutturulmuş duvar saati misali öylece asılı bıraktığımız da oldu. Ve dolunayı ve hilali ve dalgaları yükseltip indirdik, yükseltip indirdik; karşılıklı smileyler alıp smileyler verdik; mesela esrarı aralayıp, sözgelimi uçuşu hatırladık, örneğin sırra yaklaştık; öyle an oldu ki bitimsiz şefkatten, yoğun dayanışmadan ve taşkın neşeden öleyazdık.
Bir gün “Bizim neden itirazımız vardı da, ülkemiz yok? Üniformalar ruhsuzdu, kıyafetsizliğimiz olsun, lakin neden bir bayrağımız ve şarkımız yok? ” dedik. Sonra koptuğumuz yerden kopup, vardığımız yerden de koptuk ve kendimize bu kaya parçasını seçip üstüne kurulduk. Bayrağımızı sarıdan ki sarı eski kararsızlığımızdan sıyrılıp artık kararlı oluşumuzu; kırmızıdan ki kırmızı yoğun yaşamak tutkumuzu ve siyahtan ki siyah sessiz, soylu ve derunî başkaldırımızı anlatacaktı, oluşturduk ve oraya diktik. Biz. Biz bir şekilde yolları kesişmiş yedi, benle beraber sekiz kişiydik.
Sıra şarkımızı bulmağa gelince…
Derin bir sessizlik oluştu; kimimiz dalgaların üstünde, kimimiz güneşte ve kayalıkların arasında, hüznünde gecenin, kuytusunda ruhun ve kendi bedeninin kıvrımlarında ve kumların fısıltısında aradık durduk o şarkıyı…
Belki de parmak izleri kadar has arayışımızın kendisiydi de ritmi yaratan, bilmeden, ahengi doğuran, müziği büyüten…
Aradık, durduk.
O kutsal şarkıyı.